“Alman sosyalizmi”: Bir cephe devletinin açtığı büyük pencere

“Alman sosyalizmi”: Bir cephe devletinin açtığı büyük pencere
Yayınlama: 09.10.2024
27
A+
A-

Bir 7 Ekim’in 75’inci yılındayız. Emperyalist başkentler de istemedi, korkunç bir yıkımdan çıkmış muzaffer ama ağır yaralı SSCB de: Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) gerçekten çok büyük engellere ve doğmaması için “iki dünyanın” da yoğun çaba harcamasına rağmen kuruldu. 

Bu, ne demek? 

Bu, şu demek: 1949 yılına kadarki kuruluş çabaları, ADC’nin, başka birçok şeyin yanı sıra, işçi sınıfının kurtuluşu ve sosyalizmin kuruluşu için tüm engelleri aşmaya kararlı, siyasi feraseti yüksek bir aydın inadını temsil ediyordu. ADC, gerçekten de ilk gününden son gününe kadar hep aydınlanmacı bir jakoben ısrarın sosyalist ürünü oldu. 

Ancak, ne sağda ne de solda hak ettiği bir ilgi gördü. Böyle bir iddiada bulunamayız. İki ateş arasında kalmıştı ve bu cendereden sıyrılmasını bildi. 

Bir: Düşmanları, emperyalist-kapitalist dünya, anlaşılır nedenlerle, bu kuruluşu hiçleştirmeye çalıştı. Bir Alman anomalisi olduğu, çok çabuk ortadan kalkacağı propagandası yapıldı. 40 yıllık bir ideolojik bombardımandı bu. 

İki ve daha önemlisi: Düşmanlarını taklit etmediler gerçi, ama aynısı olmasa bile, ADC’nin dünya sosyalizmi üzerindeki etkilerini yeterince değerlendiremeyen dünya komünistleri de, özellikle Avrupa KP’leri, benzer bir tuzağa düştüler. İstemediler; ADC’nin kurulduktan sonra yaşayabileceğine onlar da inanmadı. 

Ama yaşadı. Yaşadı ve Alman Demokratik Cumhuriyeti adlı bu belki küçük, ama Avrupa’nın tam ortasındaki konumuyla dev bir etki alanına sahip sosyalist devlet, hiçbir zaman SSCB’nin bir uydusu olmadı. Tam tersine, kurucu babalar SSCB içindeki arayışları, eğilimleri Almanya denilen bir coğrafyada sosyalist cumhuriyet kurmak için değerlendirmeyi başardılar. 

Burada ciddi bir siyasi feraset yattığını görmek zorundayız. Nereden mi kaynaklanıyordu bu feraset?

Tüm kadrolar için söyleyemeyiz bunu elbette, ama kurucu babalar, özellikle de Walter Ulbricht’in temsil ettiği kadrolar, büyük badireler atlatmayı başarmıştı. Bu badirelerin getirdiği deneyim ve keskinleştirilen siyasi kıvraklık bir ısrar ve hareket alanı yaratmıştı.

Aslında bir yanıyla şu olmuştu: Almanya’daki aydın malzemesi, Rusya aydını ve cumhuriyetçi Türkiye aydını ile ortak kesişme kümelerine sahipti; dünyanın karşı çıktığı ve hiç istemediği bir devlet kurma konusunda bu üçlü ortaklaşıyordu. Demek ki, ADC, özellikle Türkiye devrimci hareketi için, büyük bir deneyim hazinesi olmasının yanı sıra, böyle bir “irade akrabalığı” nedeniyle de çok önemli. 

TÜRKİYE SOLUNUN UTANDIRICI BİLGİSİZLİĞİ 

Sadece bu irade bile başlı başına incelenmesi ve üzerine sıra sıra kitaplar yayımlanması, belgeseller hazırlanması gereken bir özgünlüğe karşılık geliyor. 

Peki, ADC’nin sosyalizm çerçevesindeki özgün anlamının ve değerinin, Batı’da ve Türkiye’de hakkınca irdelendiğini söyleyebilir miyiz? 

Yanıt, belli: Hayır. 

Ortada çok büyük bir boşluk var. Devrim gülsuyuyla yapılmaz ve mutlaka önceki deneyimlerin bir türevi olur. Bunu anlayan oldu mu? Yok. Bu çok ciddi bir boşluktu.

Ancak artık bu boşluğa ilenmekle vakit yitiremeyiz; nedenlerine eğilmek zorundayız. 

Şu, biliniyor: ADC, uzun süre Moskova’nın da “antifaşist bütünsel bir Almanya” yaklaşımının rüzgârında hep kuşkuyla baktığı bu kuruluş, ekonomideki tüm dezavantajlara rağmen ayakta kalabilmiş ve dünya çapında bir ağırlığa sahip olmuştu. Dünyanın en büyük 10 ekonomik gücünden biri olduğu iddialarını hırsla reddeden Batı’nın saldırılarının ve hezeyanlarının tamamen anlamsız olduğunu düşünemeyiz. Washington-Londra-Paris-Roma-Bonn hattı, kendi emperyalist gardını düşürmemek için büyük çaba harcıyordu. Oysa örneğin ADC’nin sadece spordaki başarıları bile, kapsama alanı ve içeriği itibariyle, bir anlamlandırma kapısını zorluyordu. Görmezlikten gelindi veya önemsenmedi. 

Aklımızda sosyalist çevreleri tutarak, “Hiç hakkı verilmedi,” diyebiliyoruz. 

Bu, emperyal merkezlerin demokrasi balına bandırarak sola yutturduğu korkunç acılıktaki haplardan biridir ve 1989 öncesinde olduğu kadar ondan sonra da etkisini sürdürmüştür.

Doğrudur, ADC, belki Federal Almanya Cumhuriyeti’nin (FAC) tersinden tamamlayıcı unsuruydu; bu da kabul edilebilir bir bakıştır. Ama ABD’nin Avrupa’yı avucunda tutabilmek için Nazi Almanyası’ndan devraldığı malzemeyle dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri haline getirdiği FAC’nin tamamlayıcı ve fakat her durumda düşman bir parçası, gerçi onun bünyesinde, ama hep bir yabancı unsur (“Fremdkörper”) olması bile önemini hatırlatmaya yeter bu sosyalist cumhuriyetin.

ADC, tıpkı FAC gibi, bir cephe devletiydi. Emperyalist dünyanın Avrupa’da palazlandırdığı en büyük “postfaşist” devletinin (FAC) doğrudan saldırılarına karşı (misal: binlerce Bonn’dan maaşlı “halktan” muhbirlerin ADC’de beslendiğini Der Spiegel yıllar sonra itiraf etme gereği duymuştu) tam 40 yıl direnmeyi başardı. Cephe devletiydi ve karşı tarafın cephe devletine yenilerek ilhak edildi. 

Peki, bu nasıl oldu? Neden yenildi? 

Bir cephe devleti olmanın gereklerini yerine getiremediği için mi yenildi? 

Bunların tüm ayrıntılarıyla ve çeşitli platformlarda birbirini doğuran girdilerle tartışmaya açılması, analizlere konu olması gerekiyor. Bunu Türkiye gibi, kendi ülkesinde sosyalist bir cumhuriyet kurmaya kararlı devrimciler yapabilir.

Bir şey çok önemli: Diğer sosyalist ülkelerin (Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya vs.) içinden geçtikleri krizler, hatta sosyalist iktidarların çöküşü, ADC’deki sosyalist iktidarın yıkılması kadar büyük bir etkide bulunamazdı. Avrupa’dan sosyalizmin silinmesi için, ADC’nin çökertilmesi, daha doğrusu tüm kalıntılarıyla ortadan kaldırılması, gömülmesi ve üzerine beton dökülmesi gerekiyordu. Bu konuda “demokratik solun” nihai liberal darbeyi indirdiğini, asıl nihai betonu bu çevrelerin döktüğünü düşünme hakkımız var. 

ADC, 1989’u atlatabilseydi, Avrupa’nın siyasi kaderi daha farklı olurdu. Bu da ADC’nin ağırlık ve önemine bir gönderme kabul edilmelidir. 

BATI ’NIN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİYLE YIKTIĞI SETLER

Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin sosyalizme karşı açtığı savaşta tüm ekonomik-askeri ve en önemlisi medya başta olmak üzere “kültür endüstrisi” silahlarıyla ablukaya alınmış ADC’nin, bu saldırılar karşısında yaşadığı travmalar incelendikçe yeni bilgiler ve korunma mekanizmaları üretmek kolaylaşacaktır.

ADC dışındakiler kadar ADC içindeki sınıf mücadelesi biçimlerinin de masaya yatırılması, Türkiye tipi emperyalizme bağımlı ülkelerdeki sosyalistlerin/komünistlerin geleceği açısından çok önemlidir. ADC’nin bu saldırılar karşısında yenildiği gerekçesiyle “ders kitaplarımızdan” çıkarılması, bu tarihsel kazanıma itibar edilmemesi ve 40 yıllık başarısına da sadece nostaljik bir hayranlıkla zaman zaman değinilmesi, sosyalizmin yenilgisini uzatan bir değerbilmezlik ve cahillik olur.

Hep “Bir cephe ülkesiydi, bir cephe devletiydi,” diyoruz. ADC’nin gerçekten de bu kimliğine uygun örgütlenip örgütlenmediği konusu hâlâ tartışılmaktadır. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) de bir cephe devletiydi ve sonuçta, 1989’da, diğer cephe devletini yutmayı başardı. Bu yalın saptama, sosyalizmin bir anomali veya her zaman yetersiz bir “tarihdışılık” olduğu inancı üzerinde kuruludur veya o inancı besler. İdealist bir illüzyondur. Bunun üstesinden nasıl gelebiliriz? 

Tabloyu altüst ederek…

Burada, asıl bakılması gereken nokta, ADC’nin nasıl olup da ayakta kalabilmiş olduğudur. Yani 40 yıl tarihte eşine pek sık rastlanmayan böyle bir cendereye maruz kalmasına rağmen ayakta kalabilmesi, asıl incelenmesi gereken konudur. ADC’ye karşı kurulan cenderenin, Leningrad kuşatmasının modifiye edilmiş bir versiyonu olarak düşünmek, abartı sayılmasın. Silahın o boyutlarda ve kıyıcılıkta kullanılmadığı bir kuşatmaydı 1949-1989 arasındaki yaşananlar…

O zaman, önce bu 40 yıl için açılması gereken kapının iktisat politikaları açısından bir dökümünün verilmesi gerekiyor. Merkezi plan deneyimlerininin hangi aşamalardan geçtiği, devletleştirmeler ve sınıf mücadalesi yerine “sosyalist insan toplululuğu teorisi üzerinden kooperasyon toplulukları” türünden reformcuların arayışı ve sonuçları, irdelenmelidir. Bunun ekonomiden devlet yönetimine, oradan toplumun örgütlenme kanallarına ve kültür yaşamına kadar uzanan etkileri oldu. 

Bunlar nelerdi? 

Ekonomiden başlayarak ayrıntılarına girmek gerekiyor. Ancak daha ilk okumalarda, ADC ekonomisinde izlenecek yol kapsamında gayet özgür bir tartışma iklimi yaratılmış olması dikkat çekiyor. Özellikle “reformcuların” ADC’nin tarihsel varlığını tehdit eden bir kolaycılıkla ve 1989’u yaklaştıran bir demokratizmle yarattıkları tahribatın yeni bir analizinin yapılması, bunun Türkçeli dünyaya sunulması şarttır. 

Federal Almanya ile ilişkilerin geliştirilmesini isteyen çeşitli gruplarlarla, ADC’nin kendi bağımsızlığının altını çizerek FAC’den uzaklaşması, hatta onunla karşı karşıya gelmesi gerektiğini düşünenler arasındaki mücadele, bu ülkenin tarihini damgalamış sayılmalıdır. Bir bilim dalı kurguluyoruz, yeni kapılar açmaya çalışıyoruz. Bu da üzerimize düşen bir görev. 

Çeşitli yazılarla ve birçok başlık altında bütün bu alanlara ve ortaya çıkan sorunlara, o sorunlara bulunan çözümlere ayrıntılı biçimde değinilmesi gerekiyor. 

Ama en başta gelen ve finalde de hesabının verilmesi gereken meseleler var. 

KOLAYCA VAZGEÇİLEN KAZANIMLAR

“Batı demokrasilerinde” insanların rüyasında bile göremeyeceği olanakları 40 yıl boyunca yurttaşlarına sağlayabilen bir devlet, o insanlar tarafından nasıl bu kadar kolay vazgeçilebilir hale gelir? Şu olanakları sağlayan bir devlet nasıl birkaç ay içinde ortadan kaldırılabilmiştir? 

Birkaç örnek verebiliriz: 

– ADC’de kimse işsiz ve sokakta değildi. 

– Barınaksız insan yoktu. Kiralar son derece ucuzdu ve kira yan giderleri de yok denecek kadar düşüktü.

– Sağlık parasızdı ve herkes için geçerliydi. 

– Kitle taşımacılığı için yapılan ödemeler sözü edilmeye değmeyecek kadar düşüktü. Taşıma ücretleri yok denecek kadar azdı.

– Gıda maddeleri son derece ucuzdu ve herkes için ulaşılabilir bir düzeydeydi.

– Öğrenim ve meslek eğitimi parasızdı. 

– Kültür alanındaki etkinlikleri izlemek, sinema, tiyatro, sergi ziyaretleri, kitap vs. satın almak sembolik ücretler karşılığında mümkündü. 

– Herkes tatil yapabilecek durumdaydı. Örneğin, sendikaların tatil beldelerinde 14 günlük bir tatil için sadece 65 mark ödeniyordu.

– Çocuklara yönelik yuvalar ve kreşler parasızdı.

– Kadınların ev köleliği iptal edilmişti. Çalışma hayatına tamamen katılan kadınların “her türlü özgürlüğü” için tüm önlemler alınmıştı. Misal: ADC’de kendine güveni yüksek bir kadın kuşağı yaratılabildiğine, ölümünden önce Margot Honecker, FAC Başbakanı Angela Merkel’i de örnek göstererek dikkat çekmişti. 

– ADC yurttaşları, yoksulluk ve çaresizlik diye bir şey tanımıyordu.

– Toplumsal ilişkiler, insanların birbirleriyle ilişkileri, kapitalist toplumun birbirinin sırtına basarak yükselme alışkanlıklarının dışındaydı. Bu, sömürünün temelleri ortadan kaldırıldığı için başarılabilmişti.

Bütün bunlar sayfalarca çoğaltılabilir ve ayrı ayrı izlenmesi/irdelenmesi gereken alanlardır.

Ama asıl soru şudur: İnsanlar bu kazanımlara neden sahip çıkmadılar? 

Bir şey hiç konuşulmuyor: Kapitalist restorasyon sonrasında hiçbir ADC üst düzey yöneticisinin yabancı ülkelerdeki gizli banka hesaplarında milyonları olduğu ifşa edilemedi. Yoktu çünkü. Ancak “döviz sorumlusu” Alexander Schalck-Golodkowski ile ADC Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Edgar Most veya ADC Devlet Plan Komisyonu Başkanı Gerhard Schürer türü kapitalist yolcuların, kimileri solculuk iddia ederek falan ölümlerini rahat rahat iyi döşeli evlerinde beklediklerini biliyoruz. Fakat, örnek olsun, Erich ve Margot Honecker’in ömürlerinin son yıllarında hangi yoksunluklarla Şili’deki dostlarının yardımıyla savaşmak zorunda kalarak bu dünyadan ayrıldıkları da biliniyor. 

Milyonlarca ADC yurttaşının, özellikle emekliliklerinde, sosyalizmi kurma cüretlerinin hesabını acı bir biçimde verdiğine tanık olunuyor son yıllarda. İntikam alınmıştı yani. 

YANITI OLMAYAN SORU: NEDEN?

Tekrar: Neden toplum bütün bu kazanımlara sokağa çıkarak sahip çıkmadı, karşıdevrimi engellemedi? 

Bu sorunun yanıtı kolay değil ve birçok antikomünist histerinin de kapısını açabilecek tuzaklar içeriyor. “Parti kodamanlarının” (“Parteibonzen”) toplumun genelinden çok farklı ve kopuk bir zengin yaşantı içinde olduğu ileri sürülemiyor. Zaten reel sosyalizmin yıkılamayacağı kanısı, en düşman yayınlarda bile ADC ve dost ülkelerdeki toplumsal-ücretsel eşitlikten kaynaklanıyordu. Mütevazı gelirleriyle halkın içinde yaşıyordu parti ve devlet yöneticileri. Ama toplumda, bu insanların toplumun sırtından bir yerlere geldiği iddiası 1989 yılında bir anda, özellikle solculuk kisvesiyle, yaygınlaştırılabilmişti. 1990 yılında, sosyalizmin tüm temelleri ortadan kaldırıldığında, her şey için çok geçti. 

ADC yurttaşları alıştıkları sosyal güvenlik garantilerinin, ülkelerini emperyalist komşuya devrettiklerinde aynen kalacağı yanılsaması içindeydiler, eğer ADC devletinin bir başarısızlığı varsa, o, bu yanılsamaya direnebilecek kültür endüstrisi ürünlerini layıkıyla gerçekleştirememiş olmasında belki aranabilir. 

Burada jakoben aydının trajedisiyle yüz yüze kalıyoruz. Toplumlar, halklar sermayenin ve eşitsizliğin iğvasına kapılabiliyorlar. Kapılmamaları çok zor; bunun için dev boyutlardaki tekellerin işlettiği bir medya var. Dinin ve kilisenin yerini tekelci sermayenin medya tapınakları almış bulunuyor. Demek ki, bunun da ayrıca irdelenmesi gerekiyor ADC dosyaları içinde. 

ADC ekonomisindeki, günlük toplumsal yaşamdaki, kültürel etkinliklerdeki eşitlik duygusu, sınırdaşı FAC’deki emperyalist birikimle karşılaştırdığında, bir yanılsama yaratabiliyordu. ADC yönetimi, toplumdaki bu yanılsamayı önlemekte başarısız kalmıştı. Bu eşitsizlik yanılsamasının da irdelenmesi şart. Neden tuttu bu yalanlar? 

Kaynaklara göre farklı bu rakamlar gerçi, ama 4 milyona yakın insanın 1949-1990 döneminde, ülkedeki sosyalist nimetlerden sonuna kadar yararlanıp, topluma geri ödeme zamanı geldiğinde emperyalist komşuya kaçması, büyük bir maliyetti. Asıl yıkıcı darbe buradan geliyordu. 

İşte bu dayanılmaz kan kaybına rağmen varlığını koruyabilmiş bir siyasal kuruluşun büyük bir başarı olarak irdelenmesi gerekiyor. DDR’in başarıları ne kadar anlatılırsa ve o başarıların nelere rağmen elde edildiği ne kadar çok araştırılırsa, özellikle Türkiye için o kadar çok değerli dersler çıkarılabilir… Şöyle bitirelim: Türkiye solu, Alman Demokratik Cumhuriyeti hakkında, Avrupa’nın kaderini değiştirebilmiş bu küçük sosyalist cumhuriyet hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor. Bilmek istemiyor.

Bu boşluğun böyle sürmesine izin verilemez.

Cemil Fuat Hendek öncülüğünde ve “Avrupa’nın Kaderini Değiştiren Devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti” kitabıyla bu boşluğa son verilmesi için bir kapının aralandığı söylenebilir. Sonrası kalmamalıdır.

OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT

KAYNAK: http://biryenicumhuriyet.com.tr/2024/10/07/alman-sosyalizmi-bir-cephe-devletinin-actigi-buyuk-pencere/