Avrupa Birliği ve sayılar yalan söylerken: Utanıyor musunuz?
Yoksullar, yazar Cemil Fuat Hendek’e göre, hayatın her alanında ve özellikle de Avrupa’da aşağılanıyor, ama suskunluklarını ısrarla koruyorlar: “Günümüzde, kimi SPD, kimi Yeşiller’e oy veren, dahası AfD’yi destekleyenleri bile olan işçilerin nerede oldukları belli değil. Hakları için, daha da ötesi, sömürüye karşı mücadeleye girişecekleri günleri sabırsızlıkla bekliyoruz.”
Avrupa Birliği’nin amiral gemisi, son birkaç on yılın dünya ihracat şampiyonlarından biri ve “kasalarından avro taşan” Almanya’da da enflasyon son yılların en yüksek seviyesine çıkmış, yüzde 8’e dayanmış. (Mayıs ayında resmen ilan ettiler: Yıllık yüzde 7,9 ve geçen aya göre artış yüzde 0,9.) Matematik bir bilim dalıdır ve tüm soyutluğuna karşın somut maddi gerçekliğin ifadesidir. Ya onun sayesinde elde edilen istatistikler? Beyaz kağıt üstündeki o siyah sayılar her zaman gerçekliğin çarpıtılmış, eğilip bükülmüş bir ucubesini yansıtırlar. Çünkü asıl görevleri siyasidir. Sıradan yurttaşın bilinçaltında asıl gerçekliği örtecek perdeyi dokumak için birer ilmek görevi görürler. Ve sıradan yurttaşın gerçekliğine asla uymazlar.
SIRADAN YURTTAŞ MATEMATİĞE İLGİSİZDİR
Yüzde 8, bugün sıradan bir yurttaş, yani bir işçi, orta seviyede bir hizmetli, uzun süredir işsiz olan biri, ya da sıradan bir emekli için ne ifade eder? Hiçbir şey! Eğer o sıradan yurttaş haberlere gözü takıldığında omuz silkip geçiyorsa, bu “yüzde yedi virgül sekiz”in koca bir yalan olduğunu kendi yaşamından bildiği içindir.
Örneğin bugün 75 yaşında olan bir emekli, bir metal fabrikasında meslek eğitimi yaptığı sıralarda kendisi de işçi olan babasının ve haftada bir bürolara temizliğe giden annesinin gelirleriyle rahatlıkla geçindiklerini, kampingde tatile bile gittiklerini nostaljik duygularla anımsar. Somutuna gelince ana, baba ve iki genç çocuktan oluşan ailenin haftalık yiyecek ihtiyacını karşılamak için her hafta sonunda yaptıkları toplu alışveriş için 50 Mark harcadıklarını; o parayla koca bir alışveriş arabasını etiyle, sütüyle, yumurtası, kahvesi ve bilmem başka daha nelerle tepeleme doldurduklarını da hatırlar. 50 Alman Markı… Yani avroya dönerken halkın birikimlerini iç etmek üzere belirlenen kur üzerinden yaklaşık 25 avro. Yıl 2022 ve yaklaşık aynı alışverişi yapabilmek için ödenecek toplam para en az 110-120 avrodur.
110 avro, 50 markın yüzde kaçıdır? Bu denklemin sonucu sıradan yurttaşı asla ilgilendirmez. Elde edilecek tek ya da çift haneli ve -ciddiyeti ifade etmek için- virgülün arkasına da yerleştirilmiş birkaç sayıdan ibaret sonuç umurunda bile değildir. Neden olsun ki? O yalnızca, çalıştığı sıralarda bile hayat hızla pahalılaşırken kendisinin de durdurulamaz biçimde yoksullaştığının farkındadır.
ZAM YAPMAYA DOYAMAYANLAR!
Çoktandır Almanya’da tek bir kişinin geliriyle dört kişilik bir aile beslemenin ne denli zor hale geldiği, ülkede emekçilerin hızla yoksullaştığı biliniyor. Ya işsizler, uzun süreli işsizler, emekliler, devlet yardımıyla yaşamaya mahkûm olanlar?
İstatistiklerden dem vurmuşken…
Bu araya sıkıştırılmış bir sayı daha var: Yiyecek maddeleri son beş yılda yüzde 21 artmış. Geçiniz! Marka maddeler üzerinden bulunmuş yüzdeler. Halkın ezici çoğunluğu ucuzcu marketlerin en ucuz fiyatlı ürünlerinden besleniyor. Beş yıl önce bir markasız tereyağı 99 cent idi. Bugün en uygun fiyatı 2 avronun üstünde. Tereyağına ne gerek var? Ekmeğinize margarin sürün! Ama o da bir avronun üstüne tırmandı. Ekmek demişken: Fırınlardaki ekmeğe yanaşmak zor. Ucuzcu marketlerde 2 avro civarında dolaşıyor. Bir zamanlar bir torba içine doldurulmuş on adet ucuz ekmekçiği (“Brötchen”) 99 cente almıyor muyduk? Şimdi fırıncılarda neredeyse tanesi 40 cente terfi ettiler. 1,20 avroya olanı bile var. Artık kimler alıyorsa… Ya et-süt?
ENFLASYON KARŞISINDAKİ ÇARESİZLİK
Haftalık alışveriş demişken. Ukrayna Savaşı’yla birlikte spekülatörler için bayram davulları çalmaya başladı. Medya sadece savaş üzerine yalanlarla dolmadı. Yaşamımızda en gerekli maddelerden başlayarak herşeyin fiyatının hızla yükselmesine neden olarak da bu yalanı yaydılar: Un yok mu? Un yok, Ukrayna var! Ayçiçek yağı yok mu? Yok, Ukrayna var! Sanki Almanya pazarı sadece Ukrayna’dan besleniyormuş gibi… Marketlerde raflar boş, depolarda mal dağlar gibi yığılı. Ve fiyatlar…
Aralarında anlaşmış gibiler. Ya kartel yasaları? Yasa varsa, arkasından dolanılacak açık kapısı da vardır. Hele en pahalı avukatlar ve vergi danışmanlarıyla çalışanlar için. Zaten aslına bakılırsa, ticaret yasalarına göre malını pazara istediğin kadar pahalı sürebilirsin. Ama istediğin kadar ucuz, örneğin aldığın fiyatın altında satamazsın.
Bütün bunlar da yetmezmişçesine bir süre önce yeşil boyalı Tarım Bakanı ilan etmişti: “Çiftçileri desteklemek için” tarım ürünlerine zam yapılması gerekiyormuş. Kimmiş bu çiftçiler? Anlaşılan bayımız orta ve küçük çiftçilerin, celeplerin daha 1980’li yıllarda ortadan kaldırıldığının, kalanların da neslinin tükenmekte olduğunun farkında olmadığımıza güveniyor. Ya da çoktan unutup geçtiğimize… Almanya’da tarım ve hayvancılık çoktan kimi uluslararası bağları da olan dev tekellerin eline geçmiş bulunuyor. Doğada nesli tükenmekte olan hayvanlar koruma altına alınabilir; ama bu sistemde yok olmaktaki küçük çiftçi, zanaatkâr, perakende satıcı kurtarılamaz. 1960’lı yıllarda sokağımızın köşesindeki, alışveriş ederken yanımızdaki küçük çoğumuza gülümseyerek bir şekerleme uzatan bakkal teyzenin kalmadığı gibi… Kalanların hepsi de yavaş yavaş kaybolacak; kimi işçi sınıfına, kimi işsizlere, en iyi koşullarda olan ve yaşı yetenler de emekliler ordusuna katılacaklar. Kapitalizmin önüne geçilemez yasasıdır: Bize “serbest piyasa ekonomisi” diye yutturulan bu sistemde sermayenin önlenemez eğilimi yoğunlaşmak ve merkezileşmekten yana işler.
AYIN SON HAFTASI AÇIZ!
Sonunda itiraf ettiler: Hartz IV yardımı alanlar ayın son haftasına para yetiştiremiyor. Hani şu sosyal demokratlarla yeşil boyalı siyahların ilk iktidar yıllarındaki işçi ve emekçilere saldırısı sırasında VW menajeri, işçi düşmanı Peter Hartz’a hazırlattırdıkları projeye göre düzenlenen devlet yardımı… Artık tamamen pul oldu. İyi ki, utanmazcasına devletin üstünden alıp, hayır kurumu olarak kurulmuş derneklerin omzuna yükledikleri “Tafel”lar var. (Yani Federal Almanya’nın iftihar vesilesi sosyal devleti sosyalleşmekten çıkarırken, bu işi de sadakaya dönüştürdüler.) Yoksulların yoğun olduğu bölgelerde ancak iki haftada bir kez yararlanabiliyorsun. Kullanım süresi dolmaya bir-iki gün kalan, hatta çoktan geçmiş, ya da paketi ezilip bozulmuş, satılamaz hale gelmiş yiyecek maddeleri dağıtıyorlar. İşte onlarla biraz kurtuluyor son haftanın mutfağı. Tabii o hafta şansına ne düşerse…
YOKSULLUK UTANILACAK BİR ŞEY
Bir zamanlar ülkemde işçi olmak utanılacak bir şeydi. Diyelim ki, belediyede çalışan bir temizlik işçisi: Hemşerim ne iş yapıyorsun? Çalışıyoruz abi. Nerede? Belediyede abi. Güzel, orada ne iş yapıyorsun? Kem küm… Utanırdı “Ben çöpçüyüm” demeye. “Çöpçüyüm! Sokaklarınızı süpürüyor, çöpünüzü kaldırıyorum. Sayemde tertemiz sokaklarda dolaşıyorsunuz. Yoksa kendi pisliğinizde boğulur, koleradan, vebadan geberip gidersiniz” demek aklının ucundan geçmezdi. Ya da inşaat işçileri. Utanırlardı o zamanki tabiriyle “ameleyim” demeye. “Biz nasırlı ellerimizle demirleri çekip bükmesek, elde kürek çimento, kireç, kum karmasak, harç kovalarını sırtımıza vurup sarsak iskelelere tırmanmasak ve daha neler neler… Sayemizde dikiliyor bu evler, sıvanıyor boyanıyor duvarlar. Salon salamanje parke, üç oda 120 metrekare, balkon da cabası… Hepsi sayemizdedir. Yoksa nerede bulacaktın bu rahatı? Girerdin mağara misali bir deliğe” dediklerini rüyalarında görseler hayra yoramazlardı.
Ülkemde işçinin onuru, 1960’lı yıllardan başlayarak gelişen işçi hareketiyle birlikte toplumsal yaşamda görünür oldu. Özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında… 60’lardaki dev grevlerle, 1970’teki 15-16 Haziran direnişiyle yola koyulanlar işçi olmanın onurunu yüreklerinde, alınlarında taşımayı öğrendiler. Kafalarına inen 12 Eylül’ün sopası bile bana mısın dedirtemedi. Ta ki, soldan dönmelerin “işçi sınıfı kalmamıştır”, “tarihin sonu gelmiştir” tezlerini bayraklarına yazdıkları ana dek. Ya da AKP gericiliğine “ülkenin rönesansı” diye bakan sol liberallerin bıçağı sırtlarına saplanana dek. Şimdi yavaş yavaş kendilerine gelmeye çalışıyorlar. Bazıları patronla anlaşmaya çalışan sendikalarına rağmen direnişe geçiyorlar. Yeni baştan öğrenecekler: Direnirken onur kazanırsın, direndikçe onurlu kalırsın.
Almanya’ya gelince… Bu ülkede işçiler daha 19’uncu yüzyılın ortalarında sınıf mücadelesini yükselterek onurlarını kazanmışlardı. 1918’deki devrimci kalkışmada yenilmelerine karşın onurları ayakta kalmıştı. Nazilere yenilene, dahası çoğunluk ona boyun eğene, onun bir parçası olana dek. O onuru yaşatanlar ancak bir avuç antifaşist savaşçı oldu.
Günümüzdeyse, kimi SPD, kimi Yeşiller’e oy veren, dahası AfD’yi destekleyenleri bile olan işçilerin nerede oldukları belli değil. Hakları için, daha da ötesi, sömürüye karşı mücadeleye girişecekleri günleri sabırsızlıkla bekliyoruz.
GERÇEKTEN UTANILACAK BİR DURUM
“Tafel”dan bahsetmiştim. Yazın sıcağında, kışın kar ve yağmurunda o yiyecek dağıtım merkezlerinin önünde bekleşenlerin oluşturduğu uzun kuyruklar… Gelip geçenlerin küçümseyici bakışları altında ezilen, oradan yiyecek aldığını tanıdıklarından gizleyen insanlar… Küçümseme mi? Aslına bakılırsa, orada değil, Hartz IV’e başvuru dairesindeki memurlarla başlıyor, “Fakir Sofrası”nda gönüllü dağıtım yapanların bazılarının bakışlarında ve ifade tarzında bitiyor.
Şaşılacak ne var? Her şeyi üreten ve yaratan işçilerin durumu öylesine içler acısı olursa, varsıllar da yoksullara böyle tepeden bakar.
Ve gerçekten utanılacak bir durum söz konusu. Ama yoksulluk değil utanılacak olan. Milyonlarca insanı yoksul bırakan bu düzene karşı mücadele etmemek, sesini yükseltmemek. Her şeyi kabullenip, baş eğmek. Yıllarca toplu ulaşım araçlarında dolandırıldıktan sonra üç ay için verilen 9 avroluk otobüs-tren-tamvay biletine tav olmak. Ulaşımın parasız olması gerektiğini aklına bile getirememek. Fabrikalar işçi lojmanlarını kapatıp, özele satarken susup, artan kiralar karşısında çaresiz evini terk edip, daha küçük bir yer ararken “konut hakkı” diye bir şey olduğunu bilememek. Belediyeler çoğu hizmeti özelleştirirken, örneğin kütüphaneleri kapatıp parasız kitap okumayı gündemden düşürürken; gençlik evlerini kapatıp, gençleri sokağa terk ederken; anaokullarını kapatıp, özellikle tek başına yaşayan anneleri çaresiz bırakırken omuz silkip, örgütlü olarak bunlara karşı çıkmayı akıl edememek. İşsizliğinin nedenini başka ülkelerden gelen insanlarda ararken, istihdamı azaltan, üretimi başka ülkelere taşıyan, kalan az sayıdaki işçiye daha az ücret, daha uzun çalışma dayatan patronları düşünememek. Ve saymakla bitmeyecek kadar çok şey…
Ne kadar utanç verici!
Aslında yoksulluğu utandırıcı olmaktan çıkarmanın yolu var. Onu yaratan düzene karşı mücadele etmek. Hep birlikte göreceğiz: Mücadele edenler, onur kırıcı bakışları dik bakışlarla karşılayacak güce erişecekler. Ve sonunda yoksulluğa neden olan düzeni tümden kaldırabilirlerse… İşte asıl o zaman onurlarını geri kazanmış olacaklar.
CEMİL FUAT HENDEK – MAINZ
İLLÜSTRASYON: Ömer Yaprakkıran