Almanya’daki Türkiye rüzgârı nasıl esecek? Nostalji, güvensizlik ve “sol politika”

Almanya’daki Türkiye rüzgârı nasıl esecek? Nostalji, güvensizlik ve “sol politika”
Yayınlama: 28.08.2022
Düzenleme: 27.08.2022 22:20
112
A+
A-

Cemil Fuat Hendek, Türkiye kökenli nüfusun bir kesiminin artık karar vermesi gerektiğini hatırlatıyor: “Şimdi, Almanya’da da ‘ah bu bölünmüşlük’ diye şikâyet edenlerin bir kısmı dikkat kesilecek mi? Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği sol hedefler için mücadelenin bir köşesinden tutacak mı?”

Okunmama riskini göze alarak, hepimizin bildiği, okuyanlara duygusalmış gibi gelen, can sıkıcı hikâyeyle başlayalım: Davet üzerine geldiler; bir, iki, olmadı üç yıl sonra dönme planları yaparak. Evdeki hesap, Almanya çarşısına uymadı fakat. Eşler, çocuklar da geldi. Üç yıla yıllar eklendi. Bavulların gardropların üstünden bodrumlara inmesi için daha çok yıllar geçmesi gerekti. Çocuklar doğdu. Çoğu torunlarını, torun çocuklarını kucaklarına aldılar. Dahası, on binlercesi burada ev sahibi oldular, kiracılıktan kurtuldular. Birkaç yüz bini pasaportlarını bile değiştirdi.

Yine de bir tedirginlik, güvensizlik, her an geri gidecekmişçesine bir göçebelik duygusu yakasını bırakmadı milyonlarca insanın.

Onun için Türkiye’de de mal, mülk edinmeyi ihmal etmediler.

ASIL KONUMUZ SİYASET

Bu yazdıklarımın duygusallıkla en ufak bir ilintisi yok. Lafı siyasete getirebilmek için, milyonları kapsayan bir göçün toplumsal psikolojik yanına değindim çok kabaca. Çünkü işte tam da bu nedenle kendine özgü bir politizasyon yaşadı bu milyonların önemli bir çoğunluğu. Gözlerini Türkiye’den ayıramadılar. Oradaki siyasi gelişmeleri de izlerken, giderek onun bir parçası olmaları kaçınılmazdı. Böylece Türkiye’de siyaset sahnesinde yer alan ne varsa, eksiksiz burada da kendisine taraftar buldu. Sadece siyasi partiler ve akımlar değil, siyasetin doğrudan ve ayrılmaz parçası haline gelen (getirilen) tarikatlar, cemaatler, camilerde yuvalanmış her türden karanlık oluşum…

Başka türlüsü de olamazdı. Çünkü bu kendiliğinden oluşmuş bir süreç değildi. Gönül bağı bir yana, burada önemli iki etmeni de unutmayalım: T.C. devleti, Türkiye’deki siyasal parti, kuruluş ve akımlar bunların peşini bırakmadı. Özellikle sağ politikalar doğrultusunda propaganda ve örgütlenme faaliyetleri için gönderdikleri siyasetçileri, sarıklı imamları, dahası gizli servis çalışanlarıyla sayısız profesyonel kadroları, bu amaçla oluşturdukları devasa fonları (çantalarla nakit paralar taşındığı da biliniyor) düşünün.

İşin bir de Alman devleti tarafı var: Milyonlarca mark/avro harcayarak uygulanan sözde “uyum politikaları” ile satır aralarında hep şu söylendi: “Bizim düzenimize uyun, ama sakın Alman işçi sınıfının bir parçası olmaya kalkmayın! Ulusal kimliğinizi, dininizi unutmayın! Her an geri gidecekmiş gibi de hazır bulunun!”

Bunun için özellikle dinsel oluşumlara artık toplamı milyonları bulan destekler, onları Türkiyeli toplumun temsilcisi ve sözcüsü kabul eden yaklaşımlar, yasadışı faaliyetlerine göz yummalar…

SOL’A EKMEK, SU, HAVA YOK!

Ve elbirliğiyle bir şey daha yaptılar: Bu oluşumlar arasında gerçek sol olan ne varsa sesini kısmak, etkisizleştirmek, kimisini doğrudan ezmek için her türlü önlemi devreye soktular. Elbirliği ile dediysem, lafın gelişi değil. Kelimenin tam anlamıyla, iki devletin istihbarat kurumlarının yakın işbirliği başta olmak üzere, tüm birbiriyle dost siyasi partilere bakın. CDU ve CSU’sundan, SPD ve Yeşiller’inden ve tabii Nazi kalıntılarından geçmişteki ANAP’ına, MHP’sine, CHP’sine, kuruluşuna doğrudan önayak oldukları Erbakan’ın gerici partisine ve günümüzdeki AKP’ye dek. Ve tabii 80’lerde dünya çapında yaygınlaştırdıkları “sol”-liberalizmin ülkemizdeki uzantılarını da unutmayalım. Yeter ki, bunca karmaşa, akıl dağınıklığı ve gericilik arasında sosyalizmi hedefleyen gerçek bir sol yeşermesin.

“Demokrasi”lerinde verdikleri iznin sınırları ve ortak sloganları her zaman belliydi: “Düzenin gediklerini yamamayı, emekçilerin üstüne çöken karanlığı azıcık nefes alır hale getirecek ufak tefek iyileştirmeleri reddeden, bu sömürü düzenini temelden değiştirme hedefine yönelen bir sola, değil ekmek ve su, hava bile yok!”

Fakat o da nesi! Düzeni temelden reddeden bir Türkiye kökenli sol, tüm engelleme ve baskılara, izleme, kovuşturma, hatta yer yer tutuklamalara, sağa verilen tüm desteklere karşın varlığını sürdürmeyi başardı. Bölünmüş de olsa, gericiliğin azgın istilasına göre etki alanı daha dar kalmış da olsa…

TÜRKİYE’YE BAKANLARIN GÖRDÜKLERİ

Türkiye şimdi heyecanla 2023’ün Türkiye’sine hazırlanıyor. Ve tabii, Türkiye’yi gözucundan kaybetmeyenlerin gördüğü manzara da bundan ibaret. Orada ne oluyorsa, buraya da yansıyor. Sürekli okuyor, dinliyoruz: AKP ve MHP yanlıları ile onlardan pasaport alan tüm din taciri tarikat ve cemaatler -biraz da telaş içinde- iktidarı kaybetmemek için hesaplar yapıyor. Muhalefette yer alan partiler de kendilerince seçimlere hazırlanıyor, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidarına son verme iddiasıyla masalar etrafında buluşup, güçbirliği yapmaya çabalıyor.

Kamu araştırmaları zirve yapıyor. Kim de kadar seçmen kazandı, hangi parti ne kaybetti?..

Sayısı pek sınırlı muhalif basında “Altılı Masa”dan sürekli açıklamalar bir yanda… HDP çağrısıyla görüşmekte olan, Recep Tayyip Bey’in başkanlık rejimine son vermek için düzen değişikliğini bir yana bırakarak, sadece bir dizi “demokratik” dönüşüme razı sol partiler diğer yanda…

Yine de henüz berrak bir manzara yok. Bir sürü soru ortalıkta uçuşuyor: “6’lı masa devam edecek mi?”; “Hangi hedeflerde tam olarak birleşecekler?”, “HDP bunlara katılacak mı?“ ya da “Bunlar HDP’yi aralarına kabul edecekler mi?”, “Sakın ola HDP bir dönüşle AKP’yi destekler tutum almaya kalkmasın?”

Varsa yoksa seçimler, başkan adayı kim olacak, falan filan.

Bu arada muhalif olduğunu söyleyenlerin bir kısmının AKP’nin ülkeyi perişanlığa götüren ekonomi ve dış politikalarının asıl mimarı olduğu, bir tanesininTürkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasını dayattığı, bir diğerinin MHP’den ayrılmış olmakla birlikte onun milliyetçi çizgisinin değişmez bir parçası olduğu arada bir mırıldanıp, geçiliyor.

Sandıkların güvenliği üzerine ahkâm kesenler, bu demokrasilerdeki seçim oyunlarından, örneğin, seçim bölgelerinin taraftar çokluğuna göre kaydırılışından, seçmen kütüklerinin hazırlanışındaki oyunlardan, Yüksek Seçim Kurulu denilen AKP’nin seçim manipülasyon aparatına dek bir dizi sorundan bahsetmiyor. Hele ülkenin içine yuvarlandığı ekonomik uçurumun asıl nedenine, emperyalizme bağımlılığa, yerli ve yabancı tekellerin hegemonyasına, ülkenin tüm kaynaklarının bunlara peşkeş çekilmiş olduğuna değinen yok.

KOYU KARANLIK BİR MANZARA

Bu tartışmalar bir yanda sürerken, öte yanda tarihinde olmadığınca yoksullaşmış ve tepkisinin giderek biriktiği görülen bir halk. İşsizlik ve hayat pahalılığından ezilen, sıvı yağı bardakla almaya çabalayan, peynirsiz tostla gün geçiren, açlığını bastırmak için su içen, elindeki üç kuruş pul haline gelen, borca batmış ve önümüzdeki kışı düşünerek şimdiden üşümeye başlayan milyonlarca insan… Geleceği çalınmış bir gençlik… Ezilen, horlanan, eve kapatılmaya çalışılan, gülmesine ve topuk sesine tahammül edilmeyen, dövülen, öldürülen kadınlar… Minicik yaşta kuran kurslarına doldurulup taciz edilen çocuklar…

Manzara gerçekten karanlık. 

Başka türlüsü olabilir miydi? 12 Eylül darbesiyle birlikte solu ekmek, su ve havasız bırakan iktidar sahipleri, asıl emellerini rahatça gerçekleştirecekler, milyonlarca işçi ve emekçinin ekmeğini ufalayacak, suyunu kesecek, havası tüketeceklerdi. İşte bunu başardılar. Ve ne yazık ki, umutsuzluğa düşmüş, aklını yitirmiş, davasından vazgeçmiş kimi eski solcuların da şahitliği sayesinde. Ama…

Ama her şeye karşın, sadece işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına bağlı, onların nihai kurtuluşu için mücadeleye azimli bir solu tamamen ortadan kaldıramadılar. Çokların şikayet ettiği bölünmüşlüğüne, yan yana gelmekte zorlanmasına karşın… “Ah şu solun bölünmüşlüğü olmasa” serzenişi, herhalde sola umutla bakan hemen herkesin ortak düşüncesiydi.

Ve birden beklenmedik bir şey oldu! Bir basın toplantısında üç sosyalist parti ve bir örgüt ortak açıklama yaparak ilan ettiler: “Sosyalist Güç Birliği yola çıkıyor!“

Çok laf etmeye, karmaşık çözümlemelerle işi yokuşa sürmeye gerek duymaksızın, “Türkiye’nin bu yıkımdan kurtuluşu için RTE’nin gitmesi yetmez, tüm kötülüklerin asıl nedenlerini ortadan kaldırmak şarttır“ dediler.

Ve ülkedeki toplumsal felaket ve sefaletin en temel nedeni olan, can alıcı beş noktaya işaret ettiler:

– Özelleştirmelere son verilmesi, özel sermayeye peşkeş çekilmiş bütün kamu varlıkları ve sektörlerin tekrar kamulaştırılması; tüm temel insanî ihtiyaçların kamu hizmeti haline getirilmesi ve yurttaşlara ücretsiz sunulması; tekellerin yağmasına son verilmesi ve planlı ekonomiye geçiş;

– Türkiye’nin derhal NATO’dan çıkması, ülkedeki yabancı askeri üslerin  kapatılması;

– Ülkeyi abluka altına almış dinsel gericiliğe karşı tarikat ve cemaat kadrolaşmalarının tasfiye edilmesi; eğitim birliğinin sağlanması, tarikat ve cemaat okulları ile yurtlarının kapatılması; gerçek anlamda laikliğin tesisi;

– Her türlü etnik, dinsel, mezhepsel ve toplumsal cinsiyetten kaynaklı farklılıkların gözetilmediği, tam anlamıyla eşit yurttaşlığın tesis edilmesi, herkesin eşit ve kardeşçe bir arada yaşayacağı özgür, bağımsız ve egemen bir cumhuriyetin yeni baştan kurulması…

Şimdi, Almanya’da da “ah bu bölünmüşlük” diye şikâyet edenlerin bir kısmı dikkat kesilecek mi? Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bu hedefler için mücadelenin bir köşesinden tutacak mı? Bekleyip, göreceğiz…   

CEMİL FUAT HENDEK – MAİNZ

GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran/Shutterstock

Bir Yorum Yazın
Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.