Seyirci “Şair Eşref”e hazır mı? Karikatürlü Kabare’nin ustası Muhsin Omurca anlatıyor
“Essen Katakomben tiyatrosunda gerçekleştirdiğimiz prömiyer harika geçti. Salon doluydu. Çok memnunum. Seyircinin tepkisi beklediğimden çok daha iyi, çok daha güzeldi. Hem minnet borcumu ödedim, hem de seyirci eğlenerek bilgilendi. Sonradan sorulan sorular, izlenimler, görüşler bana “Muhsin, buydu işte almak istediğin” dedirtti. Fakaaaaat… İki gün sonraki Frankfurt gösterisi tam bir hayal kırıklığı idi. Sadece 20 kişi vardı salonda.”
İki dilde kabarenin nadide temsilcisi Muhsin Omurca’yı ilk kez 1980’lerin başında Berlin’de tanıdım. Şinasi Dikmen ile kurdukları Knobi-Bonbon adlı efsane ikilinin kendinden en çok söz ettiren oyunu ile sahnedeydiler: “Dikkat, Yeni Uyum Sağladı!”
Göçmenlik hallerini Alman komşu ve iş arkadaşlarıyla yaşanan karşılaşmaların, mantalite farklılıklarının parodisini yapıyorlar, hem Almanca hem Türkçe oynadıkları oyunla izleyicileri gülme komasına sokuyorlardı. Aradan yıllar geçti; her iki kabareci de Almanya’da altın çağlarını yaşarken birden ayrıldıkları haberleriyle sarsılmıştık. Sonra hem Şinasi Dikmen, hem Muhsin Omurca, stand-up tadında tek kişilik gösterilerle çalışmalarını sürdürmüşlerdi.
Kabarenin yüz yüzlü adamı olan Muhsin ile en son çalışması “Şair Eşref” ile Berlin turnesi öncesi iki satırın belini kırma fırsatı yakaladık. Aşağıdaki okuyacaklarınız bu söyleşinin kısa, tadımlık bir izdüşümüdür.
-Sevgili Muhsin, uzun zamandır görüşmedik; okurlarımıza seni tanıtmak istiyoruz. Komediye, daha sonra da kabareye nasıl bulaştın?
MUHSİN OMURCA – İnan aslında benden komedyen olmazdı. Ben de buna hiç ihtimal vermiyordum. Çok can sıkıcı anlatıyordu tarih hocamız “Herodot”. Lise 1. Öyle baymış ki beni dalmış gitmişim, elimde kalem, kafam kim bilir nerelerde, önümdeki kağıda çiziktiriyorum. Hoca profesyonel avcı gibi arkalardan, o ninni söyler tarzıyla mır mır mır anlata anlata arkama kadar sızmış. Elini omzuma koyunca uyandım hayallerimden. “Bakiim“ dedi kağıdı gösterip. O an fark ettim, Herodot’u çizmişim, bayağı da benzemiş “Aa, bu benim!” dedi.
TARİH ÖĞRETMENİ CESARETLENDİRMİŞ
Kağıdı tekrar önüme sürüp fısıldadı: “Devam et!” “Harbi mi diyorsun hocam?” bakışı attım, başıyla onayladı. Birkaç hafta sonra “Karikatür çiz, yarışmalara gir!” dedi bana. Çizdim. Tabii niyetim sadece onun gözüne girmekti. Çizimleri kendisine verdim; beğendi. “Tamam oğlum Muhsin”, dedim kendime, “tarih notunu düzelttin.” Okullar bitmek üzere, Herodot elinde bir kitapla girdi sınıfa. “Sayfa 168, elden ele dolaştırın“ dedi. Kendi karikatürümü bir kitapta, hem de çok tanınmış isimlerle beraber görünce roket ateşlendi bende. Herodot’a olan minnettarlığımı tahmin edersin artık.
“O ÇİZİMLER SANAT HAYATIMDA OTOBANA GİRİŞ BİLETİM OLDU“
Lise 3’de sanat tarihinden çaktım, İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi ön elemelerinde şakkadanak eleniverdim. Ama çizmeye devam ettim. Ertesi yıl Almanya’ya göç ettim. Çizimlerimi de koydum bavuluma. Ve o çizimler sanat hayatımda otobana giriş biletlerim oldu. Almanya’ya varışımın üzerinden henüz iki sene geçmişti, iyi Almanca öğrenmiştim.
TV’de “Uluslararası Sanatçılar Savaşa Karşı” isimli bir karikatür sergisinin şehrimiz Ulm’e de geleceğini duyunca organizatörleri aramaya başladım. Daha cep telefonu, bilgisayar yok ortalıkta, bunlar hâlâ Science-Fiction bize. Tuğla gibi kalın rehberden buldum izlerini. Ama ellerinde çok fazla karikatür olduğunu, çoğunun da yer darlığından sergide gösterilemeyeceğini falan söyleyip paketlemeye çalışsalar da ”En azından bir bakın” üstelemesiyle ve “Yoksa rahat bırakmam sizi” imasıyla ve “He he getir bi bakalım” pazarlığıyla sanat hayatımın ilk yüksek atlama dönemine girmiş bulundum.
SOVYET ATAŞE KARİKATÜRÜ SERGİDEN ÇIKARTTIRMAK İSTEYİNCE…
Diğer karikatüristler gibi tek karikatürle değil, ben iki karikatürümle yer aldım o sergide. Açılışa gelen Sovyet Ataşesi benim karikatürlerimden birinin önünde durup sergiden çıkarılmasını isteyince roketin ikinci faz tankları devreye giriverdi. Bu nedenle kendisine çok şey borçluyum. O sahneye maalesef tanık olamamıştım, gece vardiyasındaydım çünkü. Ertesi günden itibaren gazetelerde haber olmaya başladım ve bir hafta geçmeden günlük tirajı 450 bin olan Südwest-Presse’den “Karikatürcümüz olur musun?” teklifi ile profesyonel sanat hayatım başladı. 12 sene Südwest-Presse’ye, buna paralel olarak 8 sene de Süddeutsche-Zeitung’a çizdim. Ardından TAZ, Die Zeit, okul kitapları da girdi listeme…
Ulm, küçücük bir şehir, o dönemde klinikte hastabakıcı olarak çalışan Şinasi Dikmen ile gazetem aracılığıyla tanıştım. Aramızdaki yaş farkına rağmen çok iyi anlaştık. Birlikte kabare yapma fikri doğdu. Ve Almanya’ya gelişimin üzerinden henüz 5 sene geçmiş olmasına rağmen Almanca yazıp oynadığımız gösteri ile sahne hayatım başlamış oldu.
DEMOKRATİK ÜLKEDE YAŞAMAK
– Bildiğim kadarıyla zorlasak neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir sahnelerdesin, bu zaman sana kalıcı olarak neler öğretti?
MUHSİN OMURCA – Yarım yüzyıl ne baba yaa? (Gülmeceler) Sen de beni iyice fosilleştirdin. 37 senedir aralıksız sahnelerdeyim. Yazıyor, çiziyor, şarkı söylüyor ve oynuyorum. Kafamın içi özgür, tabii bunda demokratik bir ülkede yaşamamın çok büyük etkisi var. Aklıma ne gelirse yazıp, çizebilecek bir ortamım var. Dünyanın birçok ülkesine davet edildim. Her yerde tanıdıklarım, dostlarım var. Geçenlerde çocukları17-18 yaşına gelmiş bir grup ebeveynle sohbetteydim. Tipik anne-baba arzuları, beklentileri, temennileri: “Tıp okusun, mimar olsun, hukuk çok iyi olurdu ama bakalım…” muhabbetleri. Bana sordular. Dedim, “Çocuğun iyi bir iş edinmesini dilerim, yani sanatçı olsun.”
“KNOBİ-BONBON İLE ALMANYA’DA DEPLASMANA ÇIKIYOR GİBİYDİK”
– Sanat maceranı başa saralım ister misin? Knobi-Bonbon serüvenini anlatır mısın?
MUHSİN OMURCA- Paldır küldür sahneye çıktık. Almanya’daki yabancılar, ilk kez Almanların kendilerini kendi sahalarında saydıkları ”politik kabareye” soyunuyordu. Deplasmana çıkıyorduk sanki. İlkti bu ve dolayısıyla ilgi de çok büyüktü, ki Alman birinci kanalı ARD’de program yapan ünlü kabareci Dieter Hildebrand (zamanın kabare duayeni/yıldızı Hildebrand) bile gösteriye geldi. Gösteri biter bitmez sahneye fırlayıp tebrik etti bizi ve “Benimle geliyorsunuz” dedi. Onunla turneye çıktık. Televizyondaki programına konuk etti ve Knobi-Bonbon bir anda marka oluverdi. Yılda 150-170 kez sahne almaya başladık. Beş program yazdık. 1500’ün üzerinde gösteri yaptık ve 12 sene sonra da noktaladık.
– Knobi-Bonbon hayranları olarak çok üzülmüştük buna. Sonrasında tek başına sahnede olmak nasıl bir duygu? Artıları, varsa eksileri…
MUHSİN OMURCA – Ayrılığa bir sene önce karar vermiştik, imzaları attığımız halde son gösteriler de bir yıl kadar sürdü. (Gülüyor. O soğuk dönemi hatırlar gibiyim. Bonn’da Darbe isimli bir oyunla yine Berlin’e gelmişlerdi ve birbirleriyle sahne dışında tek laf etmiyorlardı.-YB) Küstük birbirimize, sadece sahnede konuşuyorduk (kahkahalar). Çok daha öncesinden başladığım “Tagebuch eines Skinheads in Istanbul / Bir Dazlağın İstanbul Anıları” isimli oyunun yazımını neredeyse bitirmek üzereydim. Ayrılık kararı, turne stresi ve haliyle yeni bir başlangıcın gerilimi ile çalkantılı bir döneme girdim. Ve bundan böyle tek başıma oynamaya karar verdim. Ancak “Bir Dazlağın İstanbul Anıları”nı iki kişi için yazmıştım, bol diyalog vardı. Oyunu monologa çevirmek gerekiyordu ve inan, çok zor bir süreçti. İlk deneme gösterisi “Dünyanın en boktan gösterileri” kategorisinde birinciliği kesin kapardı. Daha 10’uncu dakika geçmeden seyirci “N’olur bir ara ver hemen şimdi, biz çaktırmadan sıvışalım, yeminle kimseye bir şey söylemeyiz” ızdırabıyla bakıyordu. Aynı ızdırap bende de vardı tabii. “Önce siz çıkın” dercesine devam ediyordum oyuna. Gösteri sonrası, aslında kolektif işkence sonrası diyelim, yanıma gelen bir dostumun beni cesaretlendirme çabası: “Muhsin üzülme, dünyanın sonu değil, çok iyi bir karikatürcüsün sen…”
GENÇ BİR GAZETECİ “BAŞKA TÜRLÜ ANLATIN” DEYİNCE…
Oradaki genç bir gazetecinin “Korkmayın, hiçbir şey yazmayacağım” demesi bile büyük mutluluktu benim için. “Yalnız” dedi gazeteci “Atmayın bu metni. Bunda bir şeyler var. Sanki tarz yanlış, bilmiyorum, başka bir anlatım, sunum şekli bulun.”
Herodot gibi, Sovyet Konsolosu gibi, bu gazeteciye de minnettarım.
Ve hikâyeyi karikatürlerle anlatmaya karar verdim. 35 karikatür çizdim. Korka korka da olsa “Bir Dazlağın İstanbul Anıları”nı karikatürlerle sahnelemeye başladım. Uzatmayalım, hiç hesapta yokken Almanya’nin ilk “Cartoon-Kabare”sini yaratmış oldum. Ve bir sene sonra da Alman Kabare Ödülünü aldım.
– Karikatürlü kabare, senin en öne çıkan yanın oldu sanki. Peki iki dilli oynuyorsun. Türkçe oynarken veya Almanca oynarken nasıl bir duygu karmaşası yaşıyorsun?
MUHSİN OMURCA – Ben değil, bazı bölgelerdeki seyirci yaşıyor o duygu karmaşasını. Innsbruck’a çağırdı bir Türk İşçi derneği. İlla ki “Tagebuch eines Skinheads in Istanbul / Bir Dazlağın İstanbul Anıları”nı istiyorlar. Oyunun tüm bilgileri, içerik, afiş, metin vs. her şey Almanca. Salon doluyor. Sırf yurdum insanı. Bastonla gelen amcalar, bir elinde beş yaşında çocuğu, diğer eliyle bebek arabasını itekleyen hamileler… İlaç için bir Avusturyalı yok salonda. Dernek başkanına baştan sordum, “Oyun Almanca, gelenlerin Almancası var mı?” “Abi sen merak etme!” dedi.
10 dakika sonra kalkanlar, gezinenler, birbiriyle muhabbet edenler, sahneye doğru gelip, “Biz seni anlamıyoruz Türkçe konuş!” diyenler. Başkan sahneye çıkıp çok pratik bir çözüm önerisinde bulundu “Muhsin Bey oyunu hemen sahnede Türkçeye çevirip öyle yapın bari…”
– Yaşadığımız 60 yıllık göçün senin çalışmalarına etkisi ne oldu? Göçün neresindesin?
MUHSİN OMURCA – Yaptığım işin bir etkisi oldu mu, olmadı mı bilmiyorum, ki gerçekçi olalım, böyle bir idealistliğim de yoktu. Ben işini en iyi şekilde yapmaya çalışan bir sanatçıyım. Tek beklentim ve sorumluluğum kendime karşı. En iyisini en profesyonelini vermek derdindeyim. Bir tek Şair Eşref ile bir idealistliğe soyundum diyebilirim.
Göçün neresindeyim? Ta içinde. Hâlâ oradan oraya göçmece. Ve bu göçmenlik tam benlik bir şey. İlla yollarda olmak, habire yer değiştirmekten bahsetmiyorum. Kafamın içinde de, ruhen de göçmenliği yaşayabiliyorum ben. Göçemiyorsam eğer bitmişimdir, biletimin kesilme zamanı gelmiştir.
“TÜRKİYE’DE KURURUM BEN“
– Zaman zaman Türkiye’de de denemelerin oldu ve halen de oluyor. Hangi ülkede kendini daha iyi hissediyorsun?
MUHSİN OMURCA – Sadece Türkiye veya Almanya’da yaşamak boğar beni. Dört ülke, üç dilde yaşıyorum ben. Aynı zamanda İspanya’da ve son zamanlarda pek gidemediysem de Endonezya’dayım. Türkiye benim için çoktan yaşanılır olmaktan çıktı. İstediğim gibi yazıp çizemeyeceğim bir ortamda kururum ben. İki gencin barda öpüştükleri için oradan atılması olay oluyor ve 25 yaşında çağdaş görünümlü bazı gençler de “Değerlerimize saygı” diye bu baskıyı savunuyorsa, artık bu “ayrı dünyaların insanları” olduğumuzun kanıtıdır.
Yalnız gerçek şu: Daha 25 sene önce o gençlerin anneleri Akdeniz sahillerinde üstsüz güneşleniyordu. Değişen tek ben değilim yani. Trajik olan ise, “o çok değerli değerlerin” toplumu habire geri viteste bir yerlere götürmesi.
– Gerçekleştirdiklerin arasında en çok etkilendiğin projelerin hangileri oldu? Bir de oyunlarında karikatür kullanmana mutlaka değinmeliyiz? Özellikle senin projelerinde “karikatür +kabare+komedi” ilişkisi çok belirgin…
MUHSİN OMURCA – “Bir Dazlağın İstanbul Anıları” Alman gazetelerinin de çokça değindiği üzere “Sırat Köprüsü” gibi bir oyundu. Bir tarafı eleştireceğim derken öte tarafın sempatizanıymışım gibi bir algı çıkarabilirdi.
“BİR DAZLAĞIN İSTANBUL ANILARI”: EMAR’LAR, BURNOUT’LAR
Tahterevalli misali. Ayrıca en çekindiğim nokta ise, oyunun “içi boş sadece güldürme niyetiyle” yazıldığı algısının oluşmasıydı. Bunlara kesin çözüm bulmam gerekiyordu. Tabii ki oyun kesinlikle komik olmalıydı. Seyirci zevkle izlemeli, hiç sıkılmamalı, şaşırtmalı ve ilginç bir finalle son noktaya dek beklemeliydi. Hatta o finalin de kendi beklediği gibi olacağından emin olmalıydı. Başka bir sona ihtimal vermemeliydi. Kesinlikle entelektüel, politik bir dil kullanmamalıydım. Çünkü 18-19 yaşlarında, ilkokulu bile zar zor bitirmiş bir dazlak tüm hikâyeyi, İstanbul’a gönderilişinin sebeplerini, İstanbul’da yaşadıklarını gözlemlerini, ve hikâyenin sürpriz finalini sigara paketine sığacak kelime dağarcığı ve kendi bakış açısıyla anlatacaktı. Sürpriz son dediğim de, Alman sol demokratları dışarı çıkınca çıplak kablo ellemiş gibi titremeli “Muhsin çöpleri yavaş yavaş süpürüp çöp bidonuna atarken, tuttu en sonunda bizim üstümüze de kustu” demeliydi.
Oyun işte böyle zorluklarla, gitgellerle, baş ağrıları, emarlar, burnoutlarla doğdu. Geri çekildim, aylarca Endonezya’da turistlerden medeniyetten uzak bir köyde kaldım. Derdimi anlatacak kadar Bahasa Indonesia dilini de öğrendim.
ALMAN KABARE ÖDÜLÜNÜ GETİRDİ
Sonuç: İstediğim gibi oldu. Hayatımdaki en kötü ve en iyi övgüleri getirdi “Bir Dazlağın İstanbul Anıları”. Evet, en kötü ve en iyi. Öyle ki, Nürnberg’deki gösteri sonrası, bölgenin iki gazetesinden biri oyuna sıfır, hatta sıfırın altında “utanç derecesinde kötü” değer biçerken, bu oyunu böylesine tanınmış bir tiyatroya davet eden sorumluların sadece o tiyatronun değil aynı zamanda Nürnberg şehrinin imajına da zarar verdiklerinden dolayı hemen istifa etmelerini istiyor, diğer gazete ise “Politik kabarede yepyeni bir tarz: Bu oyun ödül alamazsa bütün kabare ödüllerini iptal edin” diyordu.
CARTOON-KABARE’NİN BABASI
Ve iki hafta sonra Alman Kabare Ödülü’nü aldığım ilan ediliyordu. Ödülün sunumunda “içerik ve politik kabareye yepyeni bir anlatım getirdiğimden” dem vuruluyordu ve Cartoon-Kabare’nin babası ilan ediliyordum.
Ödül töreninin bitiminde kulis kapısı çalındı, içeriye bir bayan girdi ve “Pardon, gazetede sizi rezil rüsva eden eleştiriyi yazan gazeteci benim. Oyununuzu hiç anlamamışım meğer. Özür dilerim!” deyip çıktı. Bu iniş çıkışları yaşamak istemiyorum. Bir daha da böyle sırat köprüsünde son tangomsu oyunlar yazmam.
Ha, unutmadan söyleyeyim. Çünkü bir kaç kere “Biz Türkçesini oynamak isteriz, hatta kendimiz çevirtiriz” diyenler oldu. Maalesef mümkün değil. Bu oyun sadece Almanya ve etrafındaki ülkelerin kültürel bedenlerine uygun bir giysi gibi düşünülmeli. Başka bir dil ve kültürde anlaşılması pek mümkün değil.
İkinci oyunum “Kanakmän/Gündüz Alman Gece Türk” klasik bir kabare/stand-up örneğidir, tek ekstrası yine karikatürlü oluşudur, ki bugüne kadar yazdığım sahnelediğim tüm oyunlarda bu tarza devam ediyorum, edeceğim.
“AB İLE NİŞAN YÜZÜKLERİ ATILINCA OYUNUN ÖMRÜ DE TÜKENMİŞ OLDU”
Üçüncü oyunum “AB’ye Damsız Girilmez”i hem Almanca hem de Türkçe olarak iki dilde yazdım ve sahneledim. Bu oyun bana İstanbul, Ankara, İzmir perdelerini açmıştı. Maalesef AB ile nişan yüzükleri çabucak atılınca benim oyunun ömrü de tükenmiş oldu. Oysa en beğendiğim metinlerimdendi.
Şu sıralar “Integration a la Ikea / Ikea Tarzı Uyum” oyunumu sahneliyorum. Tabii ki yine karikatürlü. Çok tutan bir gösteri oldu. Bu gösterinin ilk versiyonunu Japon üniversitelerinin davetiyle Japonya’da sahneledim. İki hafta kaldım orada ve 10 gösteri yaptım. 9 gösteri Almanca, 1 gösteri ise Türkçe olsun demişlerdi. Yaptık. Çok ilginç tespitler, anılar, gözlemlerle döndüm. Yaklaşık 8-9 kere Finlandiya’da turneye çıktım. “Oralardaki Türklere yönelik mi yapıyorsun turneleri?” diye soran oluyor. Hayır. Japonya’da Japonlar ve Almanca bilen kim varsa onlar geldi, Finlandiya’da çoğunluk Almanca bilen Finler ve tabii orada yaşayan Almanlar. Berkeley Üniversitesi’nde bir gösteri ve bir workshop vermek üzere San Francisco’ya davet edildim, aynı etkinliği Toronto Üniversitesi’nde tekrarladım.
YENİ OYUN EYLÜLDE GELİYOR
En ilginç turnelerimden biri de iki gösteri ve bir workshop için çağrıldığım La Reunion adası oldu. Madagaskar’la Mauritius arasında yer alan bu adadaki izlenimlerim artı Japonya, Finlandiya, Türkiye, Estonya, Kanada ve haliyle Almanya, Avusturya turnelerim sırasındaki uçuk gözlemlerimden oluşan yeni oyunumu yazmaktayım şu an. Eylüle kadar sahneye koymayı planlıyorum.
ŞAİR EŞREF: OSMANLICA BOL KÜFÜRLÜ ŞİİRLER
-Şu an sahnelediğin Şair Eşref senin en son projen. Neden ve nasıl başladın? Umduğuna ulaşabildin mi? Sanırım bir karakteri canlandırma senin için bir ilk?
MUHSİN OMURCA – Neresinden bakarsan bak, çok zor bir proje olacağı önceden belliydi. Bu zorlukları bilerek girdim bu işe. Osmanlıca bol küfürlü şiirler. Daha kafadan iki gol var kalende. Almanya’da en çok 10-12 kere sahnelenir, maddi getirisi de pek olmaz, 8 aylık çabalarımın, giderlerimin birazını karşılar belki, ama o kadar. Buna rağmen insan neden böyle bir projeye soyunur? Amaç nedir?
En önemli etken taa 16 yaşımdan beri beni yoğuran iki ismin, “Neyzen Tevfik” ve “Şair Eşref”in peşimi bırakmaması. Onlara büyük minnet borcum var. Diğer etken ise, korona sayesinde oluşan zaman bolluğu. “Ya şimdi ya hiç” dedim kendime.
EŞREF’İN KÜFÜRLERİNİ SANSÜRLEMEK KİMSENİN HADDİ DEĞİL
Önceleri Neyzen Tevfik ile ilgili bir gösteri hazırlama planları yapıyordum, fakat daha başlarda Neyzen’in Eşref’siz anılmasının mümkün olamayacağı belirginleşti. O zaman Eşref’le başlamak daha anlamlıydı. Ancak böyle bir gösteriye olsa olsa sadece sol, demokrat, ilerici, Alevi kesimler ilgi duyar, bu kesin. Ayrıca Eşref’in küfürlerini sansürlemek kimsenin haddi değil, ben de dahil, aynen yazdığı gibi okurum, dedim. O nedenle “+18” yazdık afişlere. Bu da seyirci potansiyelini iyice daraltıyor tabii. Ancak kime sorarsan sor, hiç kimsenin Eşref’le ilgili bir bilgisi yok, sadece ismi geziniyor ortalıkta. Oysa o kadar güncel ki yazdıkları, yaşadıkları. İlerici kesimin sahip çıkması gereken ilk birkaç isimden biri. Şiirlerin Osmanlıca oluşu da ilgi duyanlara yorucu geliyor. Topu topu 7 tane kitap var Eşref hakkında. Sadece bir tiyatro gösterisi yazılmış. Hepsi bu.
ANLATICILIKTA KARAR KILDIM
Gösteriyi hazırlarken tarz belliydi. Eşref’i canlandırmak yerine, daha samimi bir atmosfer yakalayabilmek icin kabarede yaptığım gibi meyhane ortamında seyirciden biri gibi anlatıcılıkta karar kıldım. Okuma akşamı olmamalı, sadece şiirlerden oluşmamalı, komik olmalı ve Eşref’in politik yönünü ve hicvini olduğu gibi yansıtmalı. Seyirci Abdülhamit ve istibdat dönemi hakkında gülerek, eğlenerek bilgilenmeliydi. Şiirlerin çoğunu sadeleştirdim -aruz vezni güme gitti tabii bu arada (gülüyor)- karikatürlerle de destekledim. Karikatürleri koca sinema perdesine yansıtıyoruz bu arada.
Sekiz ay yoğun bir çalışma sonucu 80 karikatürlü, 90-100 dakikalık akıcı, komik, bilgilendirici bir gösteri çıktı ortaya.
“FRANKFURTLU DEMOKRATLAR GELMİYORLAR ABİ…”
– Hedeflerine ulaşabildin mi, Ne dersin?
MUHSİN OMURCA – Essen Katakomben tiyatrosunda gerçekleştirdiğimiz prömiyer harika geçti. Salon doluydu. Çok memnunum. Seyircinin tepkisi beklediğimden çok daha iyi, çok daha güzeldi. Bir seyircinin “Bu programı bir daha izlemem gerekiyor, ne zaman gelirsiniz tekrar?” diye sorması biz sahne sanatçıları için iltifatların en güzellerindendir.
Evet Essen’de hedeflerime ulaştım. Hem minnet borcumu ödedim, hem de seyirci eğlenerek bilgilendi. Sonradan sorulan sorular, izlenimler, görüşler bana “Muhsin, buydu işte almak istediğin” dedirtti. Fakaaaaat…
İki gün sonraki Frankfurt gösterisi tam bir hayal kırıklığı idi. Sadece 20 kişi vardı salonda. Buna tiyatronun personeli de dahil. Çok ironik bir gerçeği tekrar göz önüne serdi bu. Gelmiyorlar abi. Hele hele ilericiliği kendinden menkul bu Frankfurtlu demokratlar. 30 yıldır ara sıra oynarım Frankfurt’ta, Almanlar dışında bu ne menem ilericilerse gelmiyor bizimkiler. Yıllardır bu böyle. Sadece bana değil, kimseye gitmiyorlar. Türkiye’den süper oyunlar geliyor, ara ki bizim demokratları bulasın. Elemanlar yok ortalıkta. Bizim “demokrat, ilerici, sol, aydın” diye gördüğümüz kesimlerin kültür/sanat tembelliği ve miskinliği artık iflah olmaz seviyelere gelmiş. İnan bu çevrelere yönelik bir çalışmaya ne zaman, ne de çaba sarf etmenin bir anlamı kaldı.
“ÇUPRA DEMOKRATLARI”
Şahsen, özel misafirim olarak davet ettiğim kültür çalışanları, politikacılar, önemsediğim demokrat insanlar, çok yakın dostlar…Hiçbiri gelmedi gösteriye. Alevi ileri gelenlerinden biri “Muhsin can, gösteride bol küfür olacağını duyduk, aramızda görüştük tartıştık. Gelmemeye karar verdik” diye mesaj attı.
En absürt mazeretlerden biri ise “Muhsin kusura bakma çupra akşamımız vardı da, onun için maalesef…” Biliyorum bu “Çupra Demokratları” sadece Frankfurt’a mahsus değil. Acayip bir çupra bağımlılığı var bu demokrat çevrelerde.
Bunların tiyatroya gelmesini istiyorsan, gösteriden sonra ızgara çupra vermen gerekiyor.
– Almanya’da Türk Tiyatrosu’ndan söz edebilir miyiz?
MUHSİN OMURCA – Var, var. Çok çaba sarfeden, özverili insanlar, gruplar, dernekler var. Ve bizimkilerin elinde bazen öyle salonlar var ki, imrenmemek elde değil, tam profesyonel. Sorun, solun, demokratların parçalanmışlığı. Birbirlerinin etkinliklerine gitmiyorlar. Eh böyle olunca da bir güç oluşturamıyorlar, etkileri olmuyor.
“EN OHA DEDİRTECEKLERİ AYIKLIYORUM“
– Bundan sonrasında neler planlıyorsun?
MUHSİN OMURCA – Az önce de söylediğim gibi, 37 yıllık turne anılarımın en komik, en “Oha!” dedirtecek olanlarını ayıklıyorum, karikatürlü stand-up tadında sunacağım. Hikâyelerin hatırı sayılır bir bölümünü çaktırmadan çeşitli yerlerde denedim. Ortaya güzel bir gösteri çıkacağından eminim. Bu gezilerimde şunu öğrendim. Her milletin kendi “Türk”ü var. Finlerin Türkleri “Ruslar”, Japonların Türkleri “Güney Koreliler”, bizim Türklerimiz ise “Suriyeliler” vs… Alman seyirciye yönelik, Almanca olacak oyun.
YALÇIN BAYKUL – BERLİN