Hakan Erol ve korku: “Almanya’da iyi bir Türkçe habercilik yok”

Hakan Erol ve korku: “Almanya’da iyi bir Türkçe habercilik yok”
Yayınlama: 06.10.2024
12
A+
A-

Almanya’da da gazetecilik yapmayı sürdüren Erol, bu yeni “saha”daki sorunlar, kolaylıklar ve tıkanmalarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

– Almanya’ya yerleştiniz ve burada daha çok Türkiye kökenli göçmenlerin sorunları üzerine odaklanan bir habercilik yapıyorsunuz. Önce bu Türkiye kökenli toplumla ilgili sokakta karşılaştığınız ve şaşırdığınız veya doğru bulduğunuz şeyler ne oldu? Gerek Türkiye kökenli göç toplumu gerekse yerleşik Alman toplumu hakkındaki ilk izlenimleriniz neler oldu ve bugün nasıl bakıyorsunuz yaşananlara?

HAKAN EROL – En başta şunu söylemeliyim ki, bir gazeteci olarak yeni bir yerde, ülkede, toplumda olmak çok heyecan verici. Çünkü yeni bir yer demek yeni insanlar tanımak, kültürler görmek, farklı bakış açıları kazanmak, yeni kültürel-sanatsal aktivitelerin içinde olmak demek. Bu, bir gazeteciyi ileri sıçratır. Bunun bilincindeyim, yürüdüğüm her sokakta her gün farklı bir şeyler keşfetme, tanıma peşindeyim. Burada belki de en çok sevdiğim şey de bu.

Evet, burada göçmen kökenli insanların sorunları aslında görünenden daha da çok. Bunu içlerine girerek veya gözlem yaparak fark ettim. Bu yüzden buraya dönük haberciliği de önemsiyorum. Ancak başta Türkiye kökenliler olmak üzere, göçmen topluluklarının burada bir arada durma kaygısı gütmediğini, örgütlü şekilde hareket etmediğini görüyorum. Yalnızca çok küçük bir bölüm bunun aksi yönünde hareket ediyor. Bu ilk sıkıntı. İkinci olarak, yaşadıkları yere yabancılar. İster burada doğmuş olsunlar ister sonradan gelmiş olsunlar, Almanya’daki toplumsal, siyasal, sosyal olaylara çok uzaklar. Sanki bu ülkede yaşanan hiçbir olay bu insanları ilgilendirmiyor gibi.

Hatta ilginç bir örnek vereyim. Çalıştığım kurumda ara sıra sokak röportajlarına çıkıyorum ve buradaki yurttaşlara genelde Almanya’ya dair sorular soruyorum. Bir keresinde, bu ülkenin başbakanı ve cumhurbaşkanını sordum. Aynı şekilde Türkiye’de de Erdoğan’ın fotoğrafını gösterdim. İster çok eskiden beri Almanya’da olsun, isterse de son dönemde Almanya’ya gelmiş olsun, fark etmeksizin bütün vatandaşlar Erdoğan’ı 1 saniye içinde cevapladı. Ama kızgınlıkla ama övgüyle… Fakat yaşadıkları ülkeyi yöneten liderlerin isimlerini birçoğu bilemedi. Yani, ne Scholz’u ne de Steinmeier’ı…

BİR SIKIŞMIŞLIK VAR

Ayrıca, burada bir sıkışmışlık da görüyorum. Türkiye toplumu veya göçmenler, kendi ülkeleriyle, geldikleri ülkeye, yani Almanya’ya sıkışmış vaziyette. Göçmen toplulukların büyük çoğunluğu Almanların arasına karışmıyor. Alman arkadaşları, Alman komşuları yok. “Tabir-i caizse” göçmenler göçmenlerle takılıyor. Almanların yaptığı etkinlikler, örneğin çok büyük bir Türkiyeli grubu ilgilendirmiyor. Çoğunlukla da etkinliklerinden haberdar olmuyorlar. Çünkü bu ülkenin gazetesini, dergisini okumuyorlar, yaşadıkları bölgenin yerel gazetelerini de bilmiyorlar ve televizyonda da Alman kanallarını izlemiyorlar. Bu müthiş bir yabancılık ve yalnızlık doğuruyor. Bu duyguları gidermenin yolu da yine kendi topraklarından gelen insanlarla “arkadaşlık” kurmak oluyor. Bu da, Almanya’da fiziki olarak bulunup, kafa ve ruh olarak Türkiye’de ya da geldikleri ülkede olmaya çıkıyor. Aslında ne oralılar tam anlamıyla, ne de buralılar… Biraz oradan biraz buradan dediğimizde de ortaya adamakıllı bir şey çıkmamış oluyor. Hal böyle olunca her gün sorunlar da birikerek ilerliyor.

Yine bir başka konu, insanlar ne kadar Almanya’da yaşasa da hâlâ Türkiye’deki siyasal iktidardan korkuyor. Sokak röportajlarımda mikrofon uzattığım kişiler bana en başta “Sorular siyasi değil di mi?” diye soruyor. Türkiye’ye eş-dost, aile ziyareti yaptıklarını, havalimanında gözaltına alınmak istemediklerini ifade ediyorlar. Yani Türkiye’deki korku imparatorluğu bir şekliyle Almanya’ya da sıçramış durumda. Almanya’ya dair siyaset konuşurken ise bu kaygılar -mülteci kökenli yurttaşlar dışında- pek olmuyor. Genelde buradaki siyasi gelişmelerden de zaten büyük çoğunluğunun haberi olmadığı için çoğu sorum da boşa düşüyor.

Alman toplumuna baktığımda ise orada olumlu birçok taraf olmasına rağmen burada da sorunlar ve sıkıntılar görüyorum. Bir kere çok rahatlar. Bu gündelik hayatta çok iyi bir şey ama bu rahatlığın getirdiği dezavantajlar da bulunuyor. Örneğin bir eyleme katılmıştım. “AfD yasaklansın” eylemi. Bulunduğum şehirde on binlerce insan katıldı. Sayı olarak inanılmaz, rekor bir katılımdı. Ama içerik tamamen sönüktü. Kastettiğim şu, AfD tehlikesinden bahsedilen bir eylemde tüm Almanlar güle oynaya yürüyüş yapıyordu. Toplandığımız alanda da keza müzik açıp oynuyorlardı. Buna ben kendi adıma söylemem gerekirse yabancıyım. Böylesine bir eylemde insanların içinde öfke olmalı, yüzlerinde sinir olmalı. Ama böyle olmuyor burada…

Bir başka örnek daha vereyim. Benim Almanya’daki ikinci 1 Mayıs’ım. Türkiye’de 1 Mayıs’larda yürüdüğümüzde, her şey bitip de eve geldiğimizde sesimiz kısılmış olurdu. Yani 5 dakika bile susmazdık ve gerçekten bir derdimiz vardı, öfkeli ve tepkiliydik. Burada tek bir slogan atılmadan 1 Mayıs’ın tamamlandığını bile gördüm. Mesele basit bir slogan atıp atmama değil. İnsanların üzerindeki o rahatlığı anlatmaya çalışıyorum…

Gelinen noktada, bazısı ufak bazısı büyük olmak üzere birçok sıkıntı bulunuyor. Çözüm ise tek bir “sözcük” ve “cümle” ile ifade edilemeyecek kadar karışık.

– Yazdığınız bir kitap nedeniyle Türkiye’de size tazminat davaları açıldı. Keza yaptığınız haberler konusunda da birçok sıkıntılar çektiniz. Almanya’ya geçiş yaptığınızda bu alanda kuşkusuz bir rahatlama yaşadınız. Ama bu süreci ve geldiğiniz yerdeki sorunları, tıkanmaları, en önemlisi, yapmak istediklerinizi anlatabilir misiniz?

HAKAN EROL – Evet, Türkiye’de “Turnike” kitabım hakkında yanlış hatırlamıyorsam 6 ya da 7 adet tazminat davası açıldı. Kitaptaki bilgiler olaylar yarattı. Kimileri çıkıp tepki gösterdi. Kimileri de kafasını kuma gömdü. Öncelikle, kitabıma açılan tüm davaları kazandık. Avukat arkadaşlarıma buradan bir kez daha emekleri için teşekkürlerimi iletiyorum. Bir kere, kitaptaki tüm bilgiler belgelere dayalı. Bu yüzden içim çok rahat. Ve ben yalnızca gazetecilik yaptım. Gerçeğin peşinde iz sürdüm. Hepsi bu. Ancak biliyorum ki, Türkiye’de gazetecilik yapmak çok zor. Olaylara uzaktan bakınca, yani bunu buraya gelince daha iyi anladım. Bu zorluk yalnızca “iktidar baskısı” da değil üstelik…

FARKLI ÜLKELER, FARKLI GAZETECİLER

İki ülkeyi gazetecilik açısından kıyaslamadan önce, Türkiye’de birçok gazeteci arkadaşlarımın canı pahasına haber yaptığını biliyorum. Bu arkadaşlarıma ve dostlarıma müthiş saygı duyuyor, sevgilerimi gönderiyorum.

Türkiye’deyken, yaptığım bir haberde “soruşturma açılmaması” için hiçbir boşluk bırakmıyordum. Bu, oradaki her “muhalif” gazetecinin de yapmak zorunda olduğu bir şeydi. Çünkü karşı taraf ve iktidar en ufak açığınızdan sizi içeri almaya çalışıyor. Bunu engellemenin belki yolu yok ama bu içeri girmeyi “uzatmanın” bir yolunun en azından hatasız ilerleme, karşı tarafın eline daha az koz vermek olduğunu düşünüyorum. Keza, aynı şekilde özel haberimi defalarca kez okurdum, ki yine “yanlış” bir cümle ile birilerinin eline koz vermeyeyim diye. Türkiye’deki çoğu gazeteci de bunu yapar; çok büyük oranda haberime yorum katmazdım. Mesela Almanya’ya geldiğimde bunu fark ettim, buradaki her haberde, o sitenin ya da o haberi yazan gazetecinin yorumu bulunuyor. Bazen o yorumları okuduğumda, “Bunun yarısını Türkiye’de yazsan başına neler gelir?” diye düşünüyorum. Keza yine aynı şekilde, sadece haber yaptığımız için eski çalıştığım kurumun nasıl tehditler aldığını biliyorum. Bütün ekibin “ölümle” tehdit edildiği bir ortamda gazetecilik yaptığınızı düşünsenize… Bir adım bile geri atmazdık, ama mesele o değil ki… Bunun getirdiği ister istemez psikolojik bir durum var. İşin can sıkan tarafı buydu.

Adını söylemeyi düşünmüyordum ama söyleyeyim… Odatv’nin Odatv olduğu dönemdeş Barış’larla birlikte çalıştım. Gazetecilik anlamında onlardan çok şey öğrendim. Onlar ikinci kez içeri düştüğünde arkadaşlarım ve sevdiğim insanlar “Odatv’den ayrıl”, “Şu gazetecilik mesleğini bırak” gibi sözler söylemişti. Haklı olarak korkmuşlardı. Ama hiçbirini dinlemedim. Ben de diğer arkadaşlarım da… Bunları kendimi ya da arkadaşlarımı övmek için değil, Türkiye’de haberciliğin nasıl yapıldığını ve yürüdüğünü söylemek için anlatıyorum.

– Aradaki fark sadece devletin tutumundan mı kaynaklanıyor?

HAKAN EROL – Bu arada sorun yalnızca “iktidar baskısı” değil demiştim. Belki de iktidar baskısı en hafifi kalıyor bu sayacaklarımın yanında. Meslekteki birçok arkadaşımdan da, kendi deneyimlerimden de bildiğim bir şey var; patron baskısı! Bunu çok ayrıntılı anlatmayacağım ama gazetecilikte en büyük sorunlardan birinin bu olduğuna eminim. Gazeteci arkadaşlarım ya da ben yaşadıklarımızı yazsak bugün birçok “muhalif”, “saygın” kurum eminim insan içine çıkamaz…

Bazen bana gelen maillerde “gazetecilik” ile ilgili tez hazırlayanlar veya üniversiteler için soru soran insanlar oluyor. Zamanım oldukça yanıtlıyorum. Belki acı bir şey söyleyeceğim ama hiç kimseye “gazeteci olun” tavsiyesi veremiyorum. Çünkü Türkiye’de bu mesleğin değerini öyle bir düşürdüler ki, yaptığın hiçbir şey gün sonunda çektiğin sıkıntılara değmiyor. Tamam, gazetecilik rahat koltuklarda yapılan iş değil, bunu tabii ki biliyorum ama gazetecilerin de bir “insan” olduğu çoğu zaman unutuluyor. Mesleğe atfedilen gereksiz “kutsallık” yüzünden katlanılan her şey “mübah” sayılıyor!

HABERCİLİK FARKLI, ÇÜNKÜ…

Almanya’da şöyle bir değişik durum var. 2 yıldır buradayım. Bir gazeteci yazdığı bir yazıdan dolayı içeri alınmadı. “Burası özgürlükler ülkesi” sığlığında değilim elbet, ama Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşananlar burada yaşanmıyor. Burada ne kadar liberal bulsam da birçok Alman medyasının çok iyi işler yaptığını belirtebilirim. Arkalarında maddi destek çok iyi. Biz Odatv’yi Odatv yaptığımız dönemde 6 kişi çalışıyorduk. Almanya’da 6 kişi ile çalışan web sitesi yok, bulamazsınız da… Yüzlerce kişinin çalıştığı medya kuruluşları ise “özel haber” konusunda çok başarılı işler çıkarıyorlar. Belgesel habercilik konusunda da çok iyiler. Çekim açıları, ekipmanları yönünden de keza. İçeriklerde sıkıntılar var belki ama bu yaptıkları işi tümden yok etmiyor. Ve yine bir gazeteci burada bir konuda uzmanlaşabiliyor. Yani uzmanlık alanları var. Ekonomi, siyaset vs… Bizde böyle değil maalesef. Bir gazeteci her şey olabiliyor.

Yakıcı bir başka örnek daha vereyim. Almanya’da Solingen’de saldırı düzenleyen Suriyeli mülteci vardı geçen ay. Alman medyası saldırganın nasıl geldiğini, hangi yolla Almanya’da kaldığını, bağlantılarını vs. açıklamakla kalmadı yalnızca, atlayıp Türkiye’ye de gittiler. Orada saldırganın ailesini konuşturdular. Müthiş bir gazetecilik başarısı bu. Türkiye’den ise acı bir örnek vereyim: 2 yıl önce ülkede orman yangınları yaşandığında patronlar gazeteci arkadaşlarıma “yol parası” dahi vermiyordu, “Kendi imkanlarınla bölgeye git haber yap” diyordu.

Türkiye’de gazetecisin; aldığın maaş komik, ay sonu gelmiyor, her an içeri düşme tehliken de var, belki öldürülmen bile söz konusu… Bunlara bir de; patronun klasik cimriliği, sinir bozuculuğu geliyor, artı iş yükü, yoğunluğu ve baskısı da cabası…

Şimdi siz söyler misiniz bana; Almanya’daki habercilikle Türkiye’deki habercilik nasıl bir olabilir ki?

Benim Almanya’da geleceğe dönük hedeflerim arasında; mutlaka bir göçmenlik konusu üzerine birkaç çalışma yapma hedefim var. Bu bir araştırma kitabı olabilir, Türkiye-Almanya arasında geçen bir roman veya öykü olabilir, bilmiyorum. Ama bunun benim için bir görev olduğunu düşünüyorum. Burada yaşanan duyguların havada kaybolup gitmemesi için…

– Yayın yönetmenliğini yaptığınız “arti49.com” sitesinde sokak söyleşileri de gerçekleştiriyor ve bunları yayınlıyorsunuz. Ayrıca haberler de yazıyorsunuz. Almanya’nın yerlileriyle kökleri Türkiye’de bulunan insanların “sokaktaki tavırlarını” nasıl görüyorsunuz? Bir fark var mı? Ne gibi tanıklıklarınız oldu ve bu insanların tutumlarını nasıl değerlendirmek gerektiğini düşünüyorsunuz?

HAKAN EROL – Buradaki göçmen kökenli insanlar, dilden kaynaklı mı artık bilmiyorum, söylediklerimi anlamakta güçlük çekiyor. Basit bir soruyu bile çoğu zaman iki defa sormak, biraz daha açmak zorunda kalıyorum. Bu müthiş bir zorluk benim için. Ama bunun burada yalnızca dilden kaynaklandığını da düşünmüyorum. Burada doğmuş büyümüş göçmen kökenli insanları da bir yandan anlamaya çalışıyorum ama… İki toplum arasında müthiş bir sıkışmışlık yaşıyorlar. Örneğin göçmen kökenli bir genç, bir yandan diskoya gidiyor, diğer yandan da halay gecelerine katılıyor. Bambaşka iki tarz. Ama ikisine de yetişmeye çalışıyorlar. Veya yine aynı şekilde, bir yandan arabesk ya da türkü, diğer yandan “Alman rap”i, hatta tekno-müzik falan dinleyebiliyorlar.

Bu kültürler arası etkileşim değil, siyah ile beyaz kadar farklı iki şeyden bahsediyorum. En basitinden biri duygusalsa diğeri sert, biri kısık sesliyse diğeri son sesi yansıtıyor… İnsanlar bu kadar zıt “hobilerden” aynı anda hoşlanamazlar. İnsan doğasına aykırı bir kere… Ama buradaki insanlar bunu yapmaya çalışıyorlar. Buna ilk geldiğimde anlam veremiyordum, ama şu an içinde bulundukları durumu kavrayabildiğim için bu durumu daha iyi anlamlandırabiliyorum.

YENİ GELENLER VE ESKİLER: AYRI DÜNYALAR  

Bunun dışında kesinlikle eskilerle yeni gelmiş göçmenler arasında da bazı farklılıklar bulunuyor. Yeni gelmiş arkadaşlarım da var burada. Yeni gelenler eskilere bulaşmak istemiyor. Eskiler de yenilerle iletişim kurmak istemiyor. Kalın duvarlarla örülmüş gibi iki kültürün arası. Yeni gelenler, kendileri gibi yeni göç etmiş insanlarla takılmak isterken, eskiler de yenilerin getirdiği sorunlarla uğraşmak istemiyor ve kendileri gibi yerleşmiş durumdaki eskilerle iletişim kuruyor. Burası, bu yüzden ve her anlamda benim için açık hava bir deney alanı gibi…

Bir de şöyle bir sıkıntı var; burada Türkiye’den gelen birini ya da burada doğmuş göçmen birini konuşmasına gerek kalmadan çoğu zaman hal ve hareketlerine bakarak fark edebiliyorsunuz. Bakın “tiplerinden”, “kılık kıyafetlerinden” demiyorum. Ya da siyah saç, esmer ten gibi ırkçılığa varacak bir ayrıştırmadan da bahsetmiyorum. Şunu kastediyorum; göçmen kökenli insanların bir bölümü, maalesef ki toplum içinde nasıl hareket edeceklerini bilmiyor. Bu ister 7 yaşında bir çocuk olsun isterse de 77 yaşında bir yaşlı… Ya çok gürültülü birbirleriyle ya da telefonla konuşuyorlar, oturup kalkarken çevrelerindeki insanlara aldırış etmeden hareket ediyorlar ve en sıkıntılı olan da gençler toplum içinde çok rahat şekilde küfür ederek dolaşıyorlar… Çoğu Alman da bu küfürleri artık bildiği için, böyle küfürlü br konuşmanın geçtiği ortamda gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına konuşanlara bakıyorlar. Yani hayret ediyorlar…

İki toplumla ilgili bir gözlemimi daha anlatayım: Sokakta hızlı yürüyen birini gördüğümde bunun göçmen kökenli bir insan olduğunu anlıyorum. Almanlar stressiz yaşıyor. Kaygıları olsa da bu stres gündelik yaşantılarına yansımıyor. Ama göçmenler her yere koştura koştura gidiyor. Bir şeyler kaçırıyormuşçasına… Hayatları Türkiye’deki gibi tempolu. Ama Almanya’daki yaşantı böyle bir hızlı tempoda değil aslında. Mesela göçmenler bisiklet sürmüyor, Almanlar için ise ayrılmaz bir parça bisiklet. Türk marketlerinin önüne bakıyorum, bir tane bisiklet göremiyorum, herkes arabayla alışverişe gitmiş. Ama Alman marketlerinin önündeki bisiklet park yerlerinde bisikletimi park edecek yer bulamıyorum.

Keza spor yapan insanlar da çok büyük oranda Almanlar oluyor. Sabah ya da akşam koşularında, yer yer kendim de koşarken görüyorum, yer yer de parklarda koşu yapan insanları gözlemliyorum, içlerinde göçmenler yok. Kısacası Almanya’nın bir “tadı” var, bu bir gerçek. Ama burasının tadına göçmen kökenli çoğu insan bakmıyor maalesef.

Son olarak, eski göçmenler Almanlardan nefret ediyor, yeniler ise Almanlara hayran. İkisi de uç, ikisi de sıkıntılı. Bu toplumda yaşıyorsun, Almanya’dasın, Almanlardan bu kadar nefret ediyorsan neden kendini bu ülkede yaşamaya zorluyorsun? Koca bir topluma gereksiz bir nefretle ömür geçer mi? Bir de bu nefretin gerçekte karşılığı da yok. Her toplumda iyi ve kötü insanlar vardır. Bütün Almanlar, bütün Türkler, bütün Kürtler kötü ya da iyi olabilir mi? Ya da Almanları “sıfır” hatalı, hayran dolu bakışlarla karşılayanlar var… Bu kısım da, geldikleri ülkede her şey o kadar düzensiz ki, burada ufak bir düzen ve disiplin gördüklerinde buna tutunuyorlar ve hemen “Almanlar böyle bir şey yapmaz”, “Almanlar…” gibi yüksekten konuşuyorlar.

Dediğim gibi, ikisi de problem, ikisi de sıkıntılı bakış açısı…

– Türkiye’deki dinci, daha açık bir ifadeyle “islamofaşist” eğilimlerin Almanya’da kendilerini bir biçimde sürdürdükleri söylenebilir mi? Şöyle ifade edelim: Türkiye’deki yoğun dinci siyaset, buradaki Türkiye kökenli topluma nasıl yansıyor? Birkaç yıllık birikmiş gözlemleriniz neler?

HAKAN EROL – Kesinlikle sürüyor… Kendi halinde dinlerini yaşayan insanlara hiçbir lafım yok. Ancak radikal siyasi akımlar, toplumda fazlasıyla kendilerini hissettiriyor. Bir gün bir bakıyoruz, bir kent meydanında çadır açıp bağış topluyorlar, bir gün yürüyüşler, mitingler yapıyorlar… Radikal eğilimler, özellikle son dönemde yükselişe geçti. Bir yandan AfD tehlikesi yükselirken, sistem bir yandan da “İslam” tehlikesini canlı tutuyor. Bu iki farklı görünen ama en nihayetinde ortak amaca hizmet eden cephe, sistemin arayıp da bulamadığı kan oluyor.

DİNCİ VE MİLLİYETÇİ SİYASET GÜÇLÜ

Burada dinci siyasetin yanında bir de inanılmaz bir milliyetçi siyaset de var. Burada doğmuş Türk vatandaşlarının milliyetçiliği karşısında ilk geldiğimden beri çok şaşırıyorum. Kökleri Türkiye’de olunca, anne-babalarının doğdukları yer onların da “köyü” ya da “şehri” oluyor. Bir kere böyle bir köy ya da şehir milliyetçilikleri var. “Orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de…” sözleriyle adeta hareket ediyorlar. Buradaki “saflığı” anlayışla karşılayabiliyorum. Ancak bir de koyu bir milliyetçilik anlayışları var. Bunu hiçbir şekilde anlayışla karşılamıyorum. Çünkü bu milliyetçiliklerinin arkasında “Osmanlı sevdası” da yatıyor.

Bir örnek vereyim, bunu buradaki Türk düğünlerinde çok gördüm. Damat ve gelin kocaman Türk bayrağıyla salona giriş yapıyor, mehter marşı çalıyor, hatta birkaç kere gördüm, mehter takımı bile gelmişti, sonra bir defa da yeniçeri kıyafetleri giyen insanlar görmüştüm… Yanlış anlamayın, savaştan falan bahsetmiyorum, tüm bunlar bir düğünde gerçekleşiyor… Bu tür bir milliyetçiliğin hiçbir savunması olamaz. Ve bu tür milliyetçilik bir de İslamcı motiflerle de desteklenince buradaki problem büyüyor.

Ben şunu da anlamıyorum; bu kadar Türkiye sevdası olan, dini motifler barındıran insanlar neden Türkiye’ye temelli gidip yaşamıyor? 22 yıldır çok sevdikleri iktidar var üstelik. Bu riyakârlık inanılmaz, can sıkıyor. İçi boş edebiyat, Türkiye’de olduğu gibi Almanya’da da sürüyor.

Bir de şu var; Almanya’da son dönemde yaşanan İslamcı saldırılar, Alman medyasında ve kamuoyunda epey ses getirdi. Büyük tartışmalar yaşanıyor. Neyse ki, Türkiyeli göçmenler, Solingen’deki saldırıya da, Mannheim’da polisin öldürüldüğü saldırıya da, Hamburg’da yapılan “halifelik” mitinglerine de büyük kısmı hep mesafeli durdu veya kınadı.

Ancak içlerinde olan “en milliyetçi”, “en dinci” yarışı, yukarıda söylediğim “sıkışmışlıkla” da ilgili. Bu toplumda kabul görmediklerini düşünüyorlar. Yüzlerini Türkiye’ye çeviriyorlar. Orada kendilerini kabul ettirebilmenin yolu bir şeyi en yüksek sesten bağırmaktan geçiyor. Bunu yapmaya çalışıyorlar. En çok camiye de onlar gidiyor en çok vatanı da onlar seviyor. Böyle böyle kendilerini var etmeye çalışıyorlar…

ALMANYA’DAKİ TÜRKÇE MEDYANIN HALLERİ

– Türkçe konuşan 3,2 milyonluk bir toplum yaşıyor sadece Almanya’da. Avusturya ve İsviçre ile beraber 4 milyona yaklaşan Türkçeli insanın Almanca konuşulan dünyada yerleşik olduğunu düşünebiliriz. Bu bölgede nasıl bir Türkçe gazetecilik/habercilik yapılıyor, daha doğrusu neden Türkçe gazetecilik/habercilik yapılamıyor. Neler eksik? Gözlem, eleştiri ve önerileriniz nelerdir?

HAKAN EROL – Aslında çok büyük bir toplamdan bahsediyoruz. Ancak sizin de dediğiniz gibi adamakıllı bir gazetecilik yapılamıyor. Buna kendi gazeteciliğimi de katarak söylüyorum. Peki neden böyle? Birtakım zorluklar var.

Almanya’da habercilik yapanları görüyoruz, gözümüzün önünde gerçekleşiyor her şey. Bir defa çok geridesin. Hem maddi, hem teknik hem de insan kaynağı bakımından. İkincisi, onlarda bir düzen var. Oturmuş artık. Bizimkilerde böyle bir sistem falan yok. Yani ne yaptığını bilen bir gazetecilik anlayışı yok. Bazı değerli isimler var, uğraşıyorlar ediyorlar da… Saygı duyuyorum onlara ama maalesef onlar da yetersiz kalıyorlar.

Buradaki durum da Türkiye’den farksız aslında. Buradaki her gazeteci alan kapmış. Kimisi AKP’nin kimisi CHP, kimisi Milli Görüş veya MHP’nin sesi konumunda… Bahsettiğiniz bu 4 milyona yakın insana gerçekleri, doğruları, bilinmeyeni aktarmak için hiçbir uğraş yok. Böyle bir de hedef de yok zaten. Herkes kapak attığı yerle iş pişiriyor. Herkes gemisini doldurmaya çalışıyor. Para kazanmak, haberciliğin de gerçeğin de önünde. Sloganlar arasında “Biz gazetecilik yapıyoruz!” olsa da gerçekte herkes kendi tarafından daha fazla nasıl para kazanacağının derdinde. Girdiği ilişkiler ağıyla ve medyadan aldığı güçle koltuk da kaparsa ne âlâ…

Burada Türkçe haber takip eden insanlarda da sorun var ama… Çünkü kendilerine uzatılan “hapı” sorgusuz sualsiz yutuyorlar. Bunca zaman buradaki hiçbir medya organını zorlamamışlar. “Bize gerçek haberleri anlatın” dememişler. Kitle kendilerini zorlamayınca, buradaki medya kuruluşları da rahat bir haberciliğe alışmışlar

İlk soruda söylediğim sıkıntı burada da baş gösteriyor tabii. Herkes süpermarketlerde ne olduğunu, indirimleri, mağazalardaki durumu takip etmeyi sevdiği için buradaki habercilik de bu yönde ilerliyor. Siyaseti, gündemi, toplumsal meseleleri takip etmeyen bu insanlar, haber sitelerini de ister istemez bu yöne çekiyorlar aslında.

Kendi sitemden de bir örnek verebilirim. Başbakan Olaf Scholz ile ilgili girdiğimiz bir haber beklenen etkiyi yapmazken, basit bir market haberimiz “tık” konusunda uçabiliyor. Aslında ilgi görmesi gereken haberimiz diğeri, can yakıcı bilgiler o haberde, onu okuyan insan bu toplumda neler olduğunu anlayacak belki ama o habere değil, diğerine önem veriyorlar. Bu da ayrı bir sorun maalesef.

Yine, küçük bütçeler döndüğü için çalışan sayıları az oluyor. Az kişiyle yapılabilecek işin kalitesi de düşüyor. Üzerine bütçelerin kısıtlı olması da haberciliğin değerlerini düşürüyor. Ve en başta da, burada hiç kimse ne yapmak istediğini bilmiyor. Para mı kazanılacak, habercilik mi yapılacak? Hem haber hem para kazanılacaksa da bunu için sıkı bir disiplin, planlama ve çalışma gerekiyor. Burada da bunlar olmuyor.

YENİ POSTA – FRANKFURT

KAYNAK: https://biryenicumhuriyet.com.tr/2024/10/05/hakan-erol-ve-korku-almanyada-iyi-bir-turkce-habercilik-yok/