Avrupa Almanyası’nın Türkiye kökenli yeni yerlileri: Göçün kaçıncı yılı?
Helmut Schmidt bir zamanlar “Biz Ruhrpott’u midemizde öğüttük, bunları da öğütürüz” demişti. Bu öğütme işi Türkiyelilerde biraz daha sancılı yürüdü, yürümekte.
Tarihi kendilerinden başlatan birileri yan yana gelip, “Göçün 60. Yılı” üzerine ahkâm kestiler, halen de kesmeye devam ediyorlar. Bense ne zaman bu başlığı görsem, sormadan edemiyorum: “Hangi göçün?”
Çünkü “göç” eylemine bir tarihsel başlangıç belirlemek söz konusu olduğunda Homo Sapiens’in ortaya çıkışına dek geri gitmek gerekiyor. Bugünkü insanlığın Afrika’dan göç eden ataların torunları olduğu antropolojik bulgularla ispatlanmadı mı?
Aslında insanlık tarihi büyük iklimsel değişiklikler, kıtlıklar ve savaşlar nedeniyle kendilerine yeni yaşam alanı aramak zorunda kalan insan topluluklarının göçleriyle dolu. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 19’uncu yüzyılda Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya (ABD ve Kanada’ya) göç edenleri düşünün. Örneğin, 19’uncu yüzyıl ortalarında İrlanda’da yığınsal açlığa ve sayısız ölüme neden olan küf hastalığı ardından başlayan göçü düşünün. Ya da Almanya’daki birbiri ardına gelen büyük kuraklığı ve 1848 devrimlerinin şiddetle bastırılması sonucu kaçmak zorunda kalan insanları… 1880’de Rusya’da Yahudilere karşı başlayan saldırıyı… Ve Birinci Dünya Savaşı’nı…
1850’den 1920’ye dek 70 yıl içinde yaklaşık sayılarla İrlanda’dan 3,5 milyon, Almanya’dan 5 milyon, İtalya’dan 3 milyon, Avusturya-Macaristan’dan 3 milyon… Kısa keselim, aslında sayılar tüyler ürpertici. Tabii bu arada göç alan bir bölge olarak Anadolu topraklarını da anmadan geçemeyiz. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğunun Asya’dan, Balkanlar ve Kafkaslar’dan ve Mısır başta olmak üzere Arapça konuşan coğrafyadan gelerek bu topraklarda biriktiği de tarihsel bir gerçek. (Hangi göçün kaçıncı yılındayız?)
ÖNCE RUHR HAVZASI VARDI
“Göçün 60. Yılı” başlığının altına bakınca görüyoruz: “Almanya ile Türkiye arasındaki İşgücü Anlaşması…” Aslına bakılırsa, Almanya açısından heyecanla anılacak bir olay değil bu. Çünkü, yabancı işçilerin Almanya’ya gelişi pek eskilere, bu topraklardaki sanayi devriminin başlarına dek uzanıyor. Yeni itiraf ettiler ama, aslında o zamanlardan beri bir göç ülkesidir Almanya. İlk büyük göç alan bölge de Alman ağır sanayi merkezi Ruhr Havzası’dır. Düşünün ki, bölge nüfusu Polonya, Mazurlar ve Yukarı Silezya’dan gelerek kömür madenlerine inen, yüksek fırınların başına geçenlerle 1850’den 1925’e dek 250 binden 3 milyon 750 bine yükselmişti. Bugün bölgedeki binaların girişlerindeki zillerdeki isimler ispatıdır: Gizelsky, Janowski, Schimanski, Pawlowski vs… Bunlar sadece kalan son izler. Çünkü, 1901’de çıkan bir kanunla bu göçmenlerin çoğuna vatandaşlık verilirken isimlerini değiştirme hakkı da tanınmıştı.
Belli ki, 60 yıl önceki anlaşmayı ananlar o zaman gelmiş olanlar değil. Onların çoğu bir kez daha göçtü; toprakla uyumlaştı. Bu anmayı göndeme getirenler Türkiye’den gelenlerin çocukları ve torunları, birkaç tane de konuyu toplumbilimsel açıdan ele alan akademisyenle okur-yazar takımı. Alman siyaset sahnesindeki partilere gelince, eh o kadar popülizm kaçınılmaz. Ne de olsa hatırı sayılır bir seçmen topluluğu oluşturuyor Türkiye kökenliler. Tabii birkaç laf etmek zorundalar. Asıl ağırlık, başta saydıklarımda. Bu amaçla eylül ayında Frankfurt’ta bir yürüyüş bile düzenlediler.
Ne var ki, yazdıkları yazılar ve yaptıkları konuşmalarla ortaya dökülen sadece kötü bir senaryo. Bunları okuyan, dinleyen çoğu insanın ister istemez kafasında canlanan da biraz vatan hasreti, biraz ikinci sınıf insan muamelesi görmekten şikâyet, biraz kimi çevrelerin düşmanlığından yakınma… Tabii bu arada ilk kez büyük kent görmenin, ilk kez trene binmenin acemiliği gibi, biraz da Türkiyelilerin geri kalmışlığına vurgu yapan ironi dolu birkaç anekdot.
Kısacası, hani şu ucuz, duygusallık ve gözyaşıyla süslenmiş, bu arada şiddeti de ihmal etmeyen, arada bir güldürmekten de geri kalmayan “Her şey bu filmde!” çeşidinden bir şeyler.
Asıl bahsedilmesi gerekene yanaşanı parmakla sayabiliriz: Emperyal ülkelerin, hakimiyet altına alarak yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmaladıkları ülkelerdeki emekçi halkı bir yandan anayurtlarında sömürürken, bir yandan da işgücü gereksinimini karşılamak üzere yerinden yurdundan koparıp, kendi merkezlerine götürerek sömürmeye devam etmeleri.
Gelenlerin gönüllü olarak gelmiş olması, bu temel yasayı değiştirmiyor.
Onlar, yerçekimi yasasına uyarak yere düşen elma misali emperyalizmin bu yasasına uyarak geldiler. Ağaçtaki elma nasıl hangi yasaya uyarak düştüğünü bilmiyorsa, onlar da hangi yasaların onları göçmek zorunda bıraktığını bilemediler.
ÖĞÜTÜCÜ ALMANYA
Helmut Schmidt bir zamanlar “Biz Ruhrpott’u midemizde öğüttük, bunları da öğütürüz” demişti. Bu öğütme işi Türkiyelilerde biraz daha sancılı yürüdü, yürümekte. Çünkü Türkiye devleti ve art arda gelen iktidarlar bunların yakasını bırakmadı. Almanya’da yerleşip kalmalarını engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Çünkü onların dişinden tırnağından arttırarak yan yana getirdikleri ve hatırı sayılır sayılara ulaşan dövizlerinin vazgeçilmez bir çekiciliği vardı. Bunların Türkiye bankalarının kasasına akması, dolayısıyla ülkenin servetine katılması gerekiyordu. Dolandırıcıların Türkiyeli işçilerin tasarruflarını dolandırıp, çuvalla ülkeye getirişine devletin nasıl göz yumduğunu, tam bir soyguna dönüştürdükleri paralı askerlikle gençleri nasıl soyduklarını, kimi zaman işçilerin kısmi haklarını nasıl satışa çıkararak Almanya’dan yüklü paralar aldıklarını da unutmadık.
Alman devleti ise, onları belli bir kalıp içinde “öğütmek” istedi. Bunun için yüz milyonlarca mark da harcadı. “Uyumlaştırma” denen ucubenin amacı belliydi: Bu insanlar dil öğrenmeli, ülkedeki genel geçer toplumsal işleyiş mekanizmalarını kavrayarak bunlara uymalı ve mümkün olduğunca meslek edinerek uslu bir şekilde üretime ve hizmete katılmalıydılar. İstenen sadece bundan ibaretti. Bu arada gizli tuttukları ve titizlikle önlemeye çalıştıkları tek bir şey vardı: Hemen hepsi işçi ve işçi ailesi olan bu insanların Alman ve ülkedeki diğer uluslardan işçilerle kaynaşmaları, ortak bir sınıf bilinci oluşturmaları… Hayır, Türkiye kökenliler aslen kendi içlerine kapalı bir azınlık olarak kalmalıydılar! Tabii bu arada işgücü olarak kullanım süresi geçmiş olanları ülkelerine geri gitmeye özendirmek için kapı da sürekli açık tutulmalıydı.
İşte arka plandaki bu “aslî hedef” uğruna kullanılacak en uygun araçlar belliydi. En başta Türkiye’nin desteğiyle kurulan ne kadar dinci, milliyetçi odak varsa, hemen tümünü fonladılar. Bunlara kent ve eyalet kasalarından milyonlarca mark destek vermekle kalmadılar, bu çevreleri Türkiye kökenli insanların toplumsal sözcüsü olarak muhatap aldılar. Sonuç ortadadır.
YENİ DÖNEMİN YENİ GELENLERİ
“Göç” söz konusu olduğunda şimdi asıl üzerinde konuşulması gereken, ABD ve Almanya da içinde olmak üzere, emperyal odakların askersel saldırganlıkla yerle bir ettikleri Suriye, Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinden gelen insanlar olmalı. Afganistan’daki toplumsal ilerleme yolunda, bağımsız ve laik bir ülke kurma çabalarını engellemek için silahlandırdıkları ve sonunda tümüyle teslim ettikleri Taliban’ın canavarlıklarından kaçan Afganlar olmalı. Önce Avrupalı sömürgecilerin sonra da ABD’nin “kendi arka bahçesi” olarak yağmaladığı Meksika ve Güney Amerika ülkelerindeki işsizlik ve sefaletten kurtulmaya çalışan insanlar olmalı. Ne çabuk unutuldu? Yüz yıllar boyu yağmalayarak, toplu katliamlar yaparak, kabileleri birbirine karşı kışkırtarak perişan ettikleri, akıl almaz zenginliklerle dolu Afrika kıtasından kendisini kurtarmaya çalışırken, hayatı Akdeniz’de sonlanan sayısını bilmediğimiz kurbanlar…
İşte “göç” deyince bunlar konuşulmalı.
Bir de içimi yakan bir yeni olgu var: AKP gericiliğinin yıktığı Cumhuriyet’in molozları altında ezilmekten kurtulmaya çalışarak geleceğini başka ülkelerde aramak zorunda kalan insanlar. Ve bu kez gelenler ülkenin beyini oluşturacak akademisyenler, bilim insanları, doktor, mühendis, mimar ve benzeri nadide meslek sahipleri…
“Bunlar konuşulmalı” mı dedim? Yetmez! Konuşmakla da kalmamalıyız. Bu göçlere neden olan emperyal yağmaya, savaşlara ve sömürüye karşı çıkmalı, bunlara son vermek için mücadelenin yollarına bakmalıyız.
CEMİL FUAT HENDEK – MAİNZ
GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran
FOTO: AA