Almanya’da Türkçeli toplum ve kültürel tüketimi: Sinema örneği
Türkiye’den Almanya’ya beyin göçü, özellikle son dönemde hızlanan “genç beyin göçü”, yeni boyutlar kazanıyor.
Çeşitli dallardaki bu tek yönlü akış sanat alanında etkili oluyor. Yeni ve şaşırtıcı sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. Halen Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde sinema konulu doktorasını tamamlamaya çalışan genç kuşak “sinema aktivistlerinden” Yusuf Buhurcu sorularımızı yanıtladı.
– Artık kısa sayılamayacak bir süredir Almanya’da yaşıyor ve doktora çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Sonradan gelenlerdensiniz, yani. O nedenle gözlem ve izlenimleriniz önemli. Biliyoruz ki, bu ülkede kökleri Türkiye’de olan insanların sayısı 3 milyonu çok aşmış bulunuyor. Almanya’da da en çok konuşulan ikinci dil de Türkçe. Bu insanların kültürel tüketimleri hakkında ne gibi gözlemleriniz oldu ilk yıllarınızda?
YUSUF BUHURCU – Aslına bakarsanız ilk olarak 2021 yılında Erasmus projesi kapsamında Mainz’a geldim ve bir ders dönemi geçirdim. Fakat salgın dönemine denk geldiği için diğer öğrencilerle pek kaynaşma şansım olmadı. Dersler online olduğu için öğrenciler derslere uzaktan katılıyordu, haliyle sosyal ve kültürel etkinlikler de kısıtlıydı. Ancak daha sonra Almanya’da kalmaya karar verip, Almanya’nın en büyük şehirlerinden biri olan Frankfurt’a yerleştiğimde daha geçerli izlenimler edinebildim.
Almanya’ya geldiğimden beri farklı pek çok kurumda çalıştım. Yani, Almanya’ya geleli yaklaşık 3 yıl oldu ve 4-5 farklı işte çalıştım. Bu işlerin her birisi de farklı iş alanlarındaydı. Şu ana kadar bisikletli kurye, üniversitede asistan/araştırma görevlisi, bir meslek okulunda İngilizce öğretmeni olarak ve Alman Film Müzesi’nde farklı rollerde çalıştım. Özellikle sonuncusu Türkiye’den gelenlerin buradaki kültürel tüketimlerine dair bir kaç gözlemde bulunabilmeme olanak sağladı.
– Nasıl gözlemlerdi bunlar?
YUSUF BUHURCU – Film müzesindeki deneyimlerim bana gösterdi ki, bu insanlarımız sinema ya da müze ziyaretlerine rağbet etmiyor. Bunun pek çok nedeni olabilir. Şahsen pek çok kişiyi müzeyi ziyaret etmeye ya da film izlemeye davet ettim. Fakat gözlemlerimin bana gösterdikleri, insanların popüler kültürün ve tüketim kültürünün etkisinde olduğu. Bunu da yalnızca Türkiye’den gelenler olarak sınırlandırmamak lazım. Dünya genelinde sinema salonlarına ilgi bir hayli azaldı. Pek çok önemli sinema salonunun kapandığını duyuyoruz. Sanırım, Alman sosyolog ve kültür kuramcısı Siegfried Kracauer’in Oyalama Tarikatı (“Kult der Zerstreuung”) olarak adlandırdığı sinema “sarayları”nın sonuna geliyoruz. Ancak her ne kadar müzedeki sergilere yoğun bir ilgi olsa da insanlar artık sinema salonlarına gitmeyi tercih etmiyor.
FRANKFURT’TAKİ “TÜRK SİNEMA ŞENLİĞİ”
– Neden?
YUSUF BUHURCU – Sanırım en öne çıkan nedenler, özellikle salgından sonra, gün geçtikçe çekiciliğini, gücünü arttıran sanal platformlar ve sosyal medya. Çünkü, insanlar evlerinde kalıp sanal platformlar üzerinden tüketim nesnelerine çok daha kolay ulaşabiliyor. Türkiye’dekilerin ve Türkiye’den buraya gelenlerin sosyal medya kullanım oranlarına baktığınızda zaten insanların kültürel tüketimlerini görebilirsiniz. Bunun dışında maddi refah durumu ve kültürel faaliyetlere vakit ayırabilecek durumda olmamak da önemli bir neden. Yani, her ne kadar günümüzde bu kavram artık eskisi kadar kullanılmasa da, bunun sınıfsal bir yönü de var.
Mesela, müzede çalıştığım dönemde pek çok Türk filmi gösterime girdi. Bu filmlerle ilgili ço– Zayıf bir kültürel tüketimle karşı karşıyayız yani…
YUSUF BUHURCU – k iyi bir tanıtım çalışması yapıldı. Hüseyin Sıtkı Bey’in ve şu an beraber çalıştığım Uluslararası Frankfurt Türk Film Festivali ekibinin, yıllardır olduğu gibi, olağanüstü çalışmalarına rağmen, müzede gösterilen filmlere ilgi ne yazık ki çok azdı. Bizzat kendim de pek çok tanıdığımı bu filmleri izlemeye davet ettim, fakat yine de katılımı arttıramadık. Filmi izlemeye gelenlerin ve festivale ilgi gösterenlerin de çoğu da Türk kültürü ve sineması hakkında bir şeyler öğrenmeye can atan Alman sinemaseverlerdi. Bunun nedeni, sizin de belirtmiş olduğunuz gibi, Almanya’da en çok konuşulan ikinci dilin Türkçe olması. Yani, çevresindeki ve aralarındaki “yabancı”nın, komşunun kültürüne ve kökenlerine dair bilinçlenme çabası içerisinde pek çok Alman sinemaseverin olması. Fakat, yakın zamanda yine Hüseyin Sıtkı Bey’in önderliğinde Uluslararası Frankfurt Türk Film Festivali ekibiyle bu konuda birtakım çalışmalar yapılacak. Ben de kendisini bu konuda elimden geldiğince desteklemeye çalışacağım.
ALMANYA’DAKİ TÜRKÇELİ TOPLUM VE SİNEMA
– Alman kökenli bir Amerikalı belgesel sinemacı James Benning üzerine çalışıyorsunuz. Benning neden önemli ve Almanya’da Türkçeli sinemacılar açısından ne gibi bir önemi var sizce? Ya da ne gibi bir önemi haiz olmalı “bizimkiler” açısından? Daha açığı: Almanya’da ve Türkçeli toplumun içinden Benning tipi sinemacılar çıkar mı?
YUSUF BUHURCU – Türkiye özelinde James Benning gibi sinemacıların çıkmasının çok olası olduğunu düşünmüyorum. Fakat Almanya’daki Türkçeli toplum içinden çıkması daha olası. Bunun pek çok nedeni var. Bir kere, en önemlisi bizim sinema akımları ve kuramlarına özgün bir katkımız var mı mesela? Tarihsel olarak bakıldığında sinema çalışmaları özgün bir sinema kuramı, akımı yaratabildik mi? Uzun bir süre halihazırda sunulmuş olan sinema kuramları ve akımlarının etkisinde filmler yaptık mesela. Aslında, yakın zamanda bu olumlu yönde biraz değişti ve gelişti. Sinema alanında hem kuramsal olarak hem de pratik olarak pek çok özgün çalışma yapılıyor. Mesela sinema üzerine yazılmış en önemli çalışma olan Gilles Deleuze’ün iki ciltlik sinema kitapları (1983; 1985) yakın zaman önce çevrildi (2014; 2021). Bu da sinema üzerine Türkçe düşünmeyi geliştirecektir.
Ancak bu konuda henüz gidecek çok yolumuz var. Haliyle, Türk dilinde sinemaya dair çalışmaların kısıtlı olması ve henüz tam olarak oturmayan kuramsal ve kavramsal düşünüm bu tür filmlerin ortaya çıkma ihtimalini düşürüyor. Ama dediğim gibi tek neden bu da değil. Çünkü “Bizimkiler” ya da başkaları fark etmeksizin, Benning benzeri (onun kadar bilindik) yönetmen sayısı zaten dünya üzerinde çok az.
– James Benning ile bağlantılı diğer neden ne?
YUSUF BUHURCU – Bir diğer neden James Benning benzeri filmler yapmanın bir hayli zahmetli olması. Aslında, yapılması çok kolay gibi görünen filmleri oldukça zahmetli, ki o bu filmleri yapmak için yoğun emek harcamış bir yönetmen. Hem filmlerinin yapımı hem de bu filmlerin izlenmesi yoğun bir emek ve kuramsal altyapıyı gerektiriyor. Şöyle ki: 1942, Milwaukee, Amerika doğumlu bağımsız bir yönetmen olan James Benning. 1970’li yıllardan beri filmler yapmasının yanı sıra film konusunda dersler de vermiş bir akademisyendir. California State University Los Angeles’ta önde gelen film kuramcılarından biri olan David Bordwell’in asistanlığını yaptı ve yaklaşık 30 yıl boyunca bu görevini sürdürdü. Şu an halen orada film üzerine dersler veriyor.
70’e yakın filmi olan Benning oldukça üretken bir yönetmen. Filmleri öyle tam olarak bildiğimiz belgeseller gibi değil. Çoğu filminde sözlü bir anlatı yok mesela. Genelde manzaraların, yolların, trenlerin, şehirlerin, nehirlerin, göllerin, boş arazilerin filmini yapar. Bu filmlerinin çoğunu da maddi bir destek olmadan, büyük emekler vererek tek başına yaptı. Ancak Amerika, Almanya, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerdeki festivaller dışında filmleri pek gösterilmiyor. Bu gösterimlerde de çok küçük bir kitle onun filmlerini izleyebiliyor ve ilgi gösteriyor. Küçük de olsa bir izleyici kitlesi var.
– İlgi sınırlı yani…
YUSUF BUHURCU – Bunun bir nedeni, Benning’in yakın zamana kadar filmlerinin yalnızca sinema salonlarında izlenmesine müsaade etmesi. Ona göre, filmleri belirli bir ortamda izlenmeli. Her ne kadar filmlerinin çoğu dijital ortama aktarılmış ve bir kısmı YouTube gibi platformlar üzerinden bulunabilse de filmlerinin büyük bir kısmına erişmek oldukça zor. Bazı filmleri halen 16mm film şeritlerinde, Avusturya Film Müzesi arşivinde özenle saklanıyor ve istendiğinde sinema salonlarına kiralanıyor. Mesela ben tamamıyla kendi çabalarımla, onun filmlerini izlemek için Avusturya Film Müzesi arşivini ziyaret edip, bir süre Viyana’da kalarak saatlerce bu filmleri izledim.
BELGESELLER VE DRAMA ANLATICILIĞI
Bir diğer neden ise Türkiye ve genel olarak dünya sinemasında ilginin daha çok drama ve öykü anlatıcılığı üzerinde olması. Fakat Avrupa ve Amerika’da bunun dışındaki deneysel ve bağımsız sinemaya ilgi gösteren büyük bir kitle de var. Bunun bir nedeni de bu ülkelerin kültür, sanat ve kuram üretme konusundaki tarihsel konumları ve bunun onlara kazandırdığı etki alanının genişliği. Her ne kadar küçük bir kitle tarafından talep edilse de, bu ülkelerde yapılan çalışmalar bir şekilde ilgilileriyle buluşabiliyor.
Bu bakımdan, Almanya’daki bir Türkiyeli sinemacının James Benning ile karşılaşması ve ondan etkilenme olasılığı çok daha yüksek. Bir kere neredeyse her sene bir James Benning filmi Avrupa’daki festivallerde gösteriliyor. Hem de yıllardır. Bu da film yapımcılarının, sinemaseverlerin onunla ve onun filmleriyle karşılaşma ve etkilenme olasılığını arttırıyor. Öte yandan, Türkiye’de genel olarak sanat ve özel olarak sinema yapıtları yıllardır kısıtlayıcı siyasi sansürlere maruz kalıyor. Buna karşın, Benning’in içerisinden çıktığı Amerikan toplumunda bu denli etkili siyasi ve kültürel kısıtlamalar yok. Mesela, komünist eğilimlere sahip bir yönetmen olarak, Amerika’da Che Guevara’ya ithaf ettiği bir film yapabiliyor ya da siyahilerin maruz kaldıkları sosyal ve siyasi ayrımcılıkları eleştiren bir film yapabiliyor ve bunu yayınlayabiliyor. Bu nedenle öncelikle bu filmlerin ortaya çıkmasına neden olan siyasi, sosyal ve kültürel ortamın sağlanması gerekiyor.
Son olarak, Benning hayatının büyük bir kısmını sinemanın sınırlarını ve imkânlarını keşfetmeye harcamış bir film yapımcısı. Esas meselesi sanat yapmak ve sinemanın kökenlerine dönmek. Film aracılığıyla film üzerine düşünmek, yeni düşünce imgeleri yaratmak ve yeni anlam ufukları yaratmak için bir ömür harcamış bir yönetmen. Ana akım sinema, sinema felsefesi tabiriyle söyleyecek olursak, genellikle hareket-imge merkezli filmlerden oluşur. Yani, az önce değindiğim dramaturji, öykülem, olay örgüsü ve duygulanıma dayalı filmler. Bu filmlerde zaman harekete tabi olur, zamanın ve düşüncenin dolaylı bir imgesini sunarlar.
TÜRKİYELİ SİNEMACILAR VE ANLAM UFUKLARI
– Siz Benning’den hareketle nasıl bir teze yöneldiniz?
YUSUF BUHURCU – Benim çalışmamın temel savı da James Benning filmlerinin zaman felsefesi yaptığı. Bu filmler bize filmlerin zamanın tezahürü olduğunu/olabileceğini gösterir. İşte bu nedenledir ki, James Benning’in filmlerinin zaman felsefesi yaptığını iddia etmek, onun aynı zamanda bir zaman fenomenolojisi yaptığını iddia etmek anlamına gelmektedir. Nesnenin, film bağlamında düşünecek olursak da imgenin, anlam ufuklarını ortaya sermeye çalışmanın kendisi bizzatihi fenomenolojik-hermeneutik bir girişimdir. Bu nedenle, olur da çalışmamı Türkçeye çevirebilirsem, Türkiyeli sinemacıların da bundan faydalanabileceğini düşünüyorum. Böylece Benning üzerinden sinemanın felsefe yapabilme olanaklarının Türkiye sinemacılarına sunulmasını sağlayabilirim.
Bunun dışında, ümit ediyorum ki, çalışmamdan etkilenen Türkiyeli sinemacılar belki bu tarz filmler yapmaya yönelebilirler.
– Neresinden bakılırsa bakılsın, tıpkı kabare dünyasında olduğu gibi, Alman sinemasında bir “Türkçeli sinemacılar” olgusu var, etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve Türkiye coğrafyasıyla/Türkçeyle bağlantılı olmaları açısından… Bugünlerde örneğin Ayşe Polat’ın son filmi (“Im toten Winkel”) gündemde, yine yoğun bir ilgi var Türkçeli sinemacılara… Bir ithalat rejimi ile mi karşı karşıyayız? Dışarıdan mı geliyor bu dalga? Alman sinemasında etkili bir konuma yerleşmiş, Fatih Akın ve kuşağı ile başlayan bir eğilimden söz ediyoruz… Özetle, sorumuz şu: Bu sözü geçen yeni zamanın Türkçeli sinemacılar kuşağı Almanya ve insanını ya da Türkiye ve insanını ne kadar işleyebilir? Olanakları ve olanaksızlıkları neler? Bir süredir gündemdeki filmleri göz önünde tutarak baktığınızda, siz artıları ve eksileri nerelerde görüyorsunuz?
YUSUF BUHURCU – Bahsini ettiğiniz yönetmenlerin kendilerine has birtakım ilgileri ve eğilimleri var. Bu eğilimler de bir şekilde söz konusu yönetmenlerin içerisinde yaşadıkları kültürden mutlaka etkilenir. Zira yönetmenler ya da genel olarak film yapım aşamasının aktörleri, filmin beslendiği ve beslediği kültür ile bir bağlılaşım içerisindedir. Haliyle, bahsini ettiğiniz yönetmenlerin ürettikleri ürünlerin illa da Türkiye ve insanını dolaysız olarak işlemesi gerekmez. Yaşadıkları kültürdeki farklı katmanları konu edinebilir ve bunu kendi merceklerinden yansıtabilirler. Fatih Akın’ın pek çok filminde bunları görebiliyoruz mesela.
“ULUSAŞIRI ÖĞELER” VE SİNEMA KÜLTÜRÜ
– Yani kültürel kökenleri ve beyinlerinde taşıdıkları, giderek azalan, “Türkçe parçaları” onları farklı şeyler aramaya yönlendiriyor. Öyle mi?
YUSUF BUHURCU – Bu filmlere olan ilginin kaynağını oluşturan da aslında bu insanların kökenlerinden ziyade onların ortaya koydukları imgelerin, imajların bir şeye dokunuyor olması. Türkçeli sinemacılara olan ilginin dışarıdan ya da içeriden gelmesinden ziyade bu yönetmenlerin filmlerindeki ulusaşırı (İng. transnational) öğeler ve veçhelerin ortaya çıktıkları sinema kültürüne kazandırdıkları zenginlikler daha önemli. Böyle baktığınızda, kültürün bir yansıması ve eleştirisi olarak filmlerin imgeler üzerinden kültürü çeşitleştirip zenginleştireceğini öne sürebiliriz. Bu bakımdan, bu filmler Türkiye insanını bir “Almancı” ya da “Gurbetçi” gözüyle inceleyebilir ki, bu da Türkiye insanına dair anlam ufuklarını genişletmeye yarayabilir. Bu en basit anlamda dahili ve harici gözlemlerin geçerliliğiyle ilgili bir sorun.
O nedenle söz konusu Türkiyeli yönetmenlerin bir şekilde anlama ve anlamlandırma çabalarının sonucu olan bu filmlerinin iki tarafa da katacakları çok şey var. Ancak, bu yönetmenlerin Almanya ve Türkiye’deki insanları nasıl işleyecekleri onların kimliklerinden ya da kökenlerinden çok insanlara nasıl yaklaştıkları, onları nasıl anladıkları ve en önemlisi, bunu filmlerine nasıl yansıttıkları. Zira, ne tam dışında ne tam içinde olan, yani “arada kalmış” film yapımcıları olarak bence ortaya koydukları imgeler ve anlam dünyaları beğenmesek, doğru bulmasak ya da eleştirsek bile, bize eleştirilecek bir malzeme sunma cesaretini göstermeleri bakımdan çok değerliler. Ayrıca, bahsini ettiğimiz yönetmenlerin dert edindikleri meseleleri ya da yansıtmak istedikleri insanların seyircide yaratacağı etki de son derece önemli.
En nihayetinde yönetmen, yaptığı gözlemleri sinemanın oyuncu, sinematograf, kostüm tasarımcısı, kurgucusu vb. film yapımının önemli aktörlerini yöneterek yansıtmayı amaçlar. Bunu yaparken de hitap ettiği, çalışmasını beğenisine sunduğu ve bu gözlemleri takdir edeceğini ümit ettiği bir kitle olur. İşte yönetmen, bu gözlemlerini beğenisine hitap ettiği kitlede var olduğunu gözlemlediği beğeni yargıları ile onların (izleyicinin) içinde bulundukları kültürde oluşan basmakalıp insani yargıları göz önüne alarak sinematografik kararlar alır. Yani, kitlesini de göz önüne alarak hem “hangi insanları” hem de “insanları nasıl” yansıtacağına karar verir. Yakın zamanda Türkçeli sinemacılar bu konuda başarılı olmuş olacak ki, böylesine bir ilgi görüyorlar.
YENİ POSTA – FRANKFURT