Almanya çıldırıyor: Bu seçimlerde sadece yabancılar oy kullandı ve AfD’yi zirveye taşıdı

Evet bu da oldu. Sadece yabancıların ve göç arka planına sahip Alman vatandaşlarının (ki biz onlara “Yeni Almanlar“ diyebiliriz) oy kullanabildiği pazar günkü bir seçimde, göçmen karşıtı söylemleriyle bilinen aşırı sağcı AfD açık ara birinci parti çıktı.
Kuzey Ren Vestfalya yerel seçimlerindeki “Paderborn paradoksu” olarak da akıllara kazınacak bu sonuç, bir seçim sonucundan çok daha fazlası, Almanya’nın içine düştüğü kimlik, aidiyet ve demokrasi bunalımının en sert ve en ironik fotoğrafı olarak önümüzde duruyor.
Peki, “yeni sahipler” ya da “yeni Almanlar” kendi siyasi mevcudiyetlerini tehdit eden bir güce neden oy verir? Cevap, basit bir yanlış okumanın çok ötesinde, toplumsal bir travmanın derinliklerinde yatıyor olabilir.
DÜŞÜK KATILIM: SESSİZ ÇOĞUNLUĞUN ETKİSİ
Önce danışma komisyonu fonksiyonu olan bu kurullar nedir, ona bakalım: Almanya’da sayısı 400 civarında olduğu tahmin edilen Uyum Meclisleri (Integrationsrat) mevcut. Uyum meclislerinin görevi ya da misyonu, sıradan bir temsil organı olmanın çok ötesine uzanıyor. Bu kurullar, göç ve toplumsal bütünleşme politikalarının şekillendiği kritik süreçlerde belediyelere doğrudan danışmanlık yaparak politika yapımına doğrudan müdahil oluyorlar.
DEMOKRATİK SİSTEMİN EŞİĞİNDE TUTULANLAR
Almanya’daki demokratik katılım rejimi içerisinde, “AB vatandaşı olmayan bireylere kurumsal bir siyaset yolu açan tek komisyon Uyum Meclisleridir” demek mümkün. Ancak bu katılım hakkı, ne yazık ki, çoğunlukla sembolik bir eşiğe hapsedilmiş durumda. Çünkü seçme hakkından yoksun gençler ve hatta çocuklar dahi seslerini doğrudan siyasi karar alma mercilerine iletme kanallarına sahipken, bu insanların temsiliyeti ikincil bir danışma rolüyle sınırlandırılarak demokratik sistemin eşiğinde tutulmaktadır. Bu durum, temsili demokrasinin çözüm bekleyen çarpıcı bir çelişkisidir.
KÜÇÜK GRUPLARIN ORANTISIZ ETKİSİ
Uyum Meclisleri’nde, Almanya’nın usta stand-up’çılarından Muhsin Omurca’nın deyimiyle, “Bio-Almanlar” yani “gerçek Almanlar” oturmaz. Sadece göç arka planı olanlar yer alır. Ve bu seçimler genellikle belediye, eyalet ve federal düzeydeki seçimlere kıyasla çok daha düşük bir katılımla sonuçlanır. Oy kullanma hakkına sahip olanların büyük bir kısmı sandığa gitmez. Bu durum, örgütlü ve motivasyonu yüksek küçük grupların seçim sonuçlarını orantısız bir şekilde etkilemesine olanak tanır.
Ancak entegrasyon ya da Uyum Meclisi seçimlerindeki düşük katılım bir sonuçtur, neden değil. Geleneksel partilerin on yıllardır süren “Hoşgeldiniz Kültürü” (“Willkommenskultur”) retoriği, somut sokak gerçekleriyle ve başarısız uyum projeleriyle çakıştı. “Yeni vatandaşlar”, kendileri için ayrılmış bu “getto meclisinden” duydukları derin hayal kırıklığını, sisteme en radikal tokadı atabilecek partiye oy vererek gösterdi: Almanya için Alternatif (AfD).
Bu, bir “düşük katılım” değil, nitelikli bir protestodur aslında.
TÜRKLERİN AfD AŞKI
AfD içinde aktif şekilde görev alan etkili Türk politikacılar da mevcut. Anımsatalım: Geçtiğimiz şubat ayındaki Bavyera seçimlerinde aşırı sağcı AfD vitrine Kürt kökenli Leyla Bilge’yi ve Kerim Denis Erdem’i koymuştu. AfD’nin en ateşli savunucuları Leyla Bilge ve Erdem sağ popülistlerin Bavyera’dan milletvekili direkt adayıydı.
“PROTESTO OYU” VE YERLEŞİK SİYASETE DUYULAN ÖFKE
Biraz daha yakından baktığımızda geleneksel partilerin, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi ve Yeşiller Partisi’nin uzun yıllardır uyum politikalarında vaat ettikleri somut çözümleri üretmekte yetersiz kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Göç arka planı olan seçmenler, kendilerini temsil etmesi için kurulmuş bu meclisten memnun değil, yerleşik düzene bir protesto oyu olarak, sistemi sarsan en radikal seçeneğe, AfD’ye yöneliyorlar. “Peki bunun mantığı nerede?” diye soruyorsak eğer bu tepkisellik düşük ihtimalle şöyle okunabilir belki: “Bizi temsil edenler bir işe yaramıyorsa, belki de bize karşı olanları seçerek sistemin ne kadar kırılgan olduğunu göstermeliyiz.”
Bu, gerçi riskli bir siyasi strateji, ama öfke ve hayal kırıklığının dışavurumu olarak da okunabili
KONUM VE İTİBAR MESELESİ
Ancak daha keskin bir yanıt daha var. Bu, belki de en güçlü açıklamalardan biri.
Özellikle entegre olmuş ve Alman vatandaşlığına geçmiş üçüncü, dördüncü ve beşinci kuşak Türkler ve diğer göç arka planı olanlar kendilerini “yeni gelenlerden” ısrarla ayırmak istiyorlar. AfD’nin “yasadışı göçe” ve ”kültürel gettolaşmaya” yönelik sert söylemleri, kendi entegrasyonlarının bir başarı hikâyesi olduğunu düşünenler tarafından onaylanıyor olabilir. Öyle de zaten. Nasıl mı? Daha açık yazalım o zaman. Hissedilen şu: “Biz doğru yoldan, kurallara uyarak geldik ve uyum sağladık. Bizden sonra gelenler ve uyum sağlamayanlar, bizim kazandığımız hakları ve toplumdaki itibarımızı zedeliyor.”
“BİZ ONLAR GİBİ DEĞİLİZ”
Ve işte sağ popülist AfD, bu kaygıyı ustaca manipüle ederek başta Türkler olmak üzere göç arka planı olan seçmenlerden böyle oy topluyor.
Sözün özü: AfD’ye oy veren göçmen kökenliler bir “kapıyı kapatma” refleksinden çok daha karmaşık bir psikolojik süreç yaşıyor: “Biz, onlar gibi değiliz” ayrıştırması. Kendi Alman vatandaşlıklarını ve entegrasyonlarını, “yeni gelenlerden” ve “uyum sağlamayanlardan” keskin bir şekilde ayırarak tanımlama ihtiyacındalar. AfD’nin göçmen karşıtı söylemi, bu grupları hedef göstererek, “iyi entegre olmuş” kesimin kendi konumlarını güvence altına alma arayışına cevap veriyor. Kendi vatandaşlık statülerini, bir “öteki” yaratarak pekiştiriyorlar.
Paderborn seçimleri Almanya’da duvara çarpmış olan göç, kimlik ve uyum politikalarının iflasını sahneye net bir şekilde taşıyan çok önemli ve kritik bir örnek. Oylamaya dönelim. Seçimde sadece AfD yoktu. Alman-Rus Derneği Listesi ve Alman-Türk Dostluk Listesi gibi etnik temelli listeler de vardı. Rus kökenli göçmenler ile Türk kökenli göçmenlerin çıkarları ve siyasi tercihleri farklılaşmış olabilir. Oy dağılımının parçalı yapısı, AfD’nin tek bir blok halinde oy toplayarak öne geçmesine olanak sağlamış görünüyor.
POLİTİK VE ANAYASAL ÇIKMAZ: ”VEBA MI, KOLERA MI?“ İKİLEMİ
”Paderborn çıkmazının“ bir diğer ayağı, AfD’nin belediye başkan adayı Marvin Weber özelinde yaşanan anayasal kriz. Anayasayı Koruma Teşkilatı (Verfassungsschutz), Weber’in “radikal eğilimleri” olduğunu, göçmenleri topluca aşağıladığını ve Nazi dönemini küçümsediğini belirtiyor.
İşte burada demokrasi, en trajik çıkmazına varıyor: Seçim Kurulu, Weber’in adaylığını, “hukuki güvence olmadan” aday çıkarılamayacağı gerekçesiyle onayladı. Yani, demokrasinin kendi kuralları, onu yok etmek isteyecek birini bile koruyor. SPD’li üye Ulrich Koch’un itirafı her şeyi özetliyor: “Bu, veba ile kolera arasında bir seçim gibiydi.”
Paderborn’daki bu tablo, Almanya’nın ve daha geniş anlamda Batı demokrasilerinin içinde bulunduğu açmazın bir minyatürü olarak karşımızda duruyor.
Göç arka planı olan topluluklar homojen midir? Hayır değildir elbette. “Göçmenler” tek bir siyasi blok olarak hareket etmez. Kimlik, entegrasyon düzeyi, etnik köken ve sosyo-ekonomik statü gibi etkenlerle derinden bölünmüş durumdalar. Bu noktada sadece Türk toplumuna bakmak dahi yeterlidir.
Başa dönersek. Paderborn fenomeni geleneksel siyasetin başarısızlığı ve çöküşünü belgeler nitelikte. Göçmen kökenli seçmenlerin bir kısmının AfD’ye yönelmesi, merkez partilerin bu seçmenleri kucaklayacak, öfke ve endişelerine cevap verecek politikalar üretme konusunda sınıfta kaldığının göstergesi çünkü.
“YENİ ALMANLAR”: GERÇEKTEN BURAYA MI AİTLER?
Paderborn’da yaşananları, basit bir seçim skandalı olarak değerlendirmek doğru olmaz. Almanya’nın “Yeni Almanları”nın bir kısmının, kendi varlığını inkâr eden bir siyasi hareketi desteklemesi, aidiyet duygusunun iflas ettiğinin en net ve somut kanıtı.
Ve buna sadece “entegrasyon başarısızlığı” olarak bakmak gerçeği tek başına yansıtmıyor. Doğrusu şu: Artık bu bir “kimlik inşası başarısızlığı”.
Almanya, göçmenlere vatandaşlık verdi, ancak ait hissettirecek yeni bir ortak hikâye sunamadı. Bu boşlukta, kendi varlığını bir “düşman” üzerinden tanımlayan AfD gibi hareketler, zehirli de olsa bir “aidiyet alternatifi” sunmayı başardı.
Paderborn, sadece AfD’nin kazandığı bir şehir değil, Almanya’nın kaybettiği bir savaşın habercisi. Kaybedilen ise ortak bir gelecek hayali ve yeni vatandaşlarını kucaklayacak güçlü, kapsayıcı bir ulusal kimlik iddiası. Sandıktan çıkan sonuç, bu iddianın artık geçersiz olduğunun ilanı değil de nedir?
Ufak bir not: Sayın “Almanya’daki Türklere ‘AfD’ye üye olun’ Çağrısı Yapan Türkiye’deki Bazı, Birtakım Deneyimli Siyasetçiler”! Kendi insanınızı ta oralardan bile isteye karanlığa itme çabalarınızın bu tabloya katkısını da elbette göz ardı etmiyoruz.
IŞIN ERTÜRK – STUTTGART
FOTO: Anand Thakur – Unsplash