Özge İnan’ın romanı: “Elbette Burada Yaşanmaz!”

Özge İnan’ın romanı: “Elbette Burada Yaşanmaz!”
Yayınlama: 21.01.2024
Düzenleme: 21.01.2024 00:56
379
A+
A-

Almanca yazan Türkiye kökenli ve “Türkçeli” kadın yazarların sayısı hızla artıyor. Özge İnan da bunlardan biri. 

Roman ilginç bir girişle başlıyor. 

İlk kez böyle olaylar oluyor İstanbul’da, ilk kez televizyonlarda bu kadar penguen görüyoruz! Çoğalıyor göstericiler, penguenler… Göstericiler dünyanın adaletsizliğine karşı savaşıyorlar. Adalet: Bu kavramı zihinlerden silerseniz geriye ne kalır? 

2013 Gezi Parkı olayları ile başlıyor genç yazar Özge İnan’ın romanı. Gezi Parkı olayları, ev haliyle anlatılıyor romanda. Anne-baba, iki çocuk evdeler. Gezi olaylarını televizyondan izleyen baba için her şey normaldir, umut edilecek bir durum yoktur. Nilay’ı Gezi Parkı olayları heyecanlandırır, ilgisini çeker, göstericilerin sonuca ulaşacaklarını düşünür. Aynı heyecan kardeşi Emre’de yoktur. Olaylara ilgisizdir Emre. Nilay’ın her şeyi Federal Almanya’da öğrendiğini, Türkiye hakkında çok az şey bildiğini, Türkiye’yi sadece kartpostallardan tanıdığını söyler. Emre daha da ileri giderek, Nilay’ın Türkiye hakkındaki bilgisinin bir turist kadar olduğunu vurgular. 

YA HASTANE YA DA HAPİSHANE

Emre, Nilay eğer İstanbul’a giderse, en sonunda gideceği yerin ya hastane ya da hapisane olacağını da ekler. İki kardeş arasındaki çatışma bir fikir çatışmasıdır. “Biz oralı mıyız, buralı mıyız?” sorularının yanıtları nerede? Emre’nin soruları bize “yabancılaş(tır)ma” kavramının yakınlarına mı götürüyor? Yaşadığı yer dışında, başka bir yere uzanan Nilay mı haklı yoksa? Nilay, iki kültürün de bir parçası mı?

2013 yılından, 33 yıl geriye, 1980 yılına gidiyoruz: 1980 askeri darbesine: Her gün  dayak, işkence, öldürülmüş devrimciler, genç ölümler, Erdal Erenler… Anlatılanlar, İzmir’deki devrimci öğrencilerin yaşamlarından kesitler. İnan, anlatısını Türkçe değil Almanca anlatmış. Anlatmak istediği karakterler, mekanlar Türkiyeli.  Anlatmak istediği topluluklar ise F. Almanya’da: Alman okuyucular, Federal Almanya’da büyüyen Türkiye kökenli insanlar, göçmenler. 12 Eylül’den sonra ne oldu? Yazar, romanında devrimci eylemlere giren bireyleri anlatıyor: Günbegün polislerin kötü muameleleriyle karşılaşan devrimci gençleri. 

Romanda daha çok baskıcı bir “devlet aklı” eleştirisi göze çarpıyor. Nasıl eleştirilmesin ki, bunca olan bitenden sonra! Roman bizi nereye sürüklüyor? Yaşanılan gerçeklikler yoksa bize 2013 yılı Gezi Parkı olaylarına  mı getirecek? Hiçbir şey boşuna yaşanmadı  mı?   

“ALMANYALI” YAZAR

Yazarın Federal Almanya doğumlu olmasına rağmen, yaşadığı yeri yazacakken, 1980 Eylül’üne Türkiye’ye gitmesi, apaçık kendi kabuğunu kırması anlamına da gelmektedir. İnsan yaşamının görünmez yönlerini, o günlerin ruh halini, ekmek parası kazanırken, okuma mücadelesi verirken, olan bitenleri siyasi mücadele içinden anlatmak kolay da olmasa gerek. Çünkü, yaşam dediğimiz şey sonuçta iç içe yaşananlardan meydana geliyor. Devrimciler de zaten her zaman “beraber yaşadılar”, hiçbir zaman “yalnız” değildiler. 

Romanda özellikle kadın karakterler çoğunlukta. Kadınların yaşadıkları, mücadeleleri,  geleneksel işlerinin yanında siyasi eylemleri, büyük bir içtenlikle anlatılmış. Diyaloglar, birden fazla kişinin aynı zaman diliminde konuşmalarıyla çok sesli hale gelmiş. Kararlar, yargılar, düşünceler birbiri ardına gelince, metin örgüsü, olgunluğa erişmiş. Özellikle Hülya ve Banu’nun kadınlar günü konuşması çok etkileyici: “Biz ne kadar daha erkeklere ihtiyaç duyacağız? Kız çocukları mutlaka okullara gönderilecek! Kimse bizi çalışma yaşamından alıkoyamaz! Kapitalizm sadece insanlık karşıtı değildir, erkek bir sistemdir de!” 

HER ŞEYE BAŞTAN BAŞLAMAK

Şüphesiz, kavganın hukuksal, ekonomik boyutları vardır, aslolan kadınların sosyal bağımsızlığıdır. Özgürlük ve barış için, iş ve yaşam için. Romanda karakter birbiriyle sürekli tartışıyorlar, sorguluyorlar, yargılıyorlar: Bütün çaba “kendi olma” çabasıdır. Engeller vardı insanların yaşamlarında. 12 Eylül neleri kesintiye uğratmadı ki? Yakılan kitaplar, eğitim-öğrenimlerini yarıda bırakanlar, hapse girenler, sakat kalanlar… Bu kuşağın insanları, yaşamdaki varoluşlarını ileri bir zamana ertelemek zorunda kaldılar. Her şeye baştan başladılar. 12 Eylülcüler, onları ne kadar yaşamdan kopartmaya çalıştıysalar, devrimciler de bir o kadar direndiler. O nedenle, romanda sık sık bir “olmak” vurgusu var. Karakterler “olmak” olanağı ile karşı karşıya gelince çok mutlu oluyorlar. 

Romandan hareketle düşünmek gerek: Gezi Parkı olaylarıyla, 1980 öncesi arasında nasıl paralellikler kurabiliriz? 

Gezi Parkı olayları sadece kısa bir zaman süreci içinde yaşandı. Toptan yaşandı Gezi’de her şey. Çok mu yoğundu? 1980 öncesi eylemleri daha mı rafineydi, neydi gizemi önceki olayların? 

Belki de 12 Eylül öncesi, devrim, yaşamın içine girmişti, yaşam devrimcileşmişti, insanlar günlük hayatın hayhuyu içinde devrimci eylemlerde de bulunuyordu. Politik yaşamdan başka, kendilikleri de vardı olan bitenin içinde. 

Özge İnan’ın romanı boyunca “birey-beraberlik” kavramlarını da, yan yana, eylem örgülerinin içinde rahatlıkla sezebiliyoruz. 

Sıra Türkiye’yi terk etmeye geldiğinde işler değişiyor. 

Ayrılık vakti. Zor olan bu. Kolay değil, geride kalanlar var! Politik bir emek kalıyor geride! Bütün bir mücadele geçmişi kalıyor! Çocukluğun, gençliğin arkada bırakıldığı zamanlar… Belki de yazar en zor soruyu okura ve sona bırakıyor. Yanıtını kısmen vererek: “Natürlich kann man hier nicht leben.” (Elbette burada yaşanamaz.)

ÖZGE İNAN KİMDİR?

Özge İnan 1997 yılında Berlin’de doğdu. Hukuk öğrenimi gördü. Mission Lifeline’de yazıları yayımlandı. ZDF Magazin Royale’de çalıştı.Federal Almanya’da haftalık Der Freitag gazetesinde editör olarak çalışıyor. “Natürlich kann man hier nicht leben”, yazarın ilk romanı.

İLHAN AYER-HAGEN

FOTO: © Leonardo Kahn / Piper Verlag