50 yıl sonra: Federal Almanya ve ünlü “Türk grevi”
1973, Federal Almanya’da art arda patlak veren, çoğu da yasalara sığmayan grevlerin yılıydı. Ancak o yılı, “Türk işçilerinin” Köln Ford fabrikasındaki ünlü yasa dışı grevi damgalamıştı. Bu konuyu uzun bir süredir araştıran gazeteci ve belgesel filmci Orhan Çalışır, 50 yıl sonra o günleri ve Baha Targün başta olmak üzere dirençli insanlarımızı anlattı.
Arkadaşlarıyla birlikte bu tarihsel grevlerle ilgili bir internet sitesi (http://bit.ly/Streiks73) açan Çalışır’a göre, Federal Almanya tarihinin “yeniden ve göçmenlerce de” yazılması gerekiyor.
– Türkiye kökenli emekçiler, 63 yıldır Federal Almanya Cumhuriyeti’nin bir parçası. Bugün Türkçe konuşan bu topluluk Almanca engelini aşalı çok oldu ve nüfusunun da 3,2 milyonun üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu insanları dahil ederek ve 50 yıl sonra yeni bir “cumhuriyet tarihi” mi yazılması gerekiyor Almanya’da?
ORHAN ÇALIŞIR – Çok yerinde bir soru. Evet, savaş sonrası bizim de içinde olduğumuz Almanya’nın tarihinin yeniden yazılması gerekiyor ve bunu biz göçmenler yapmazsak başka yapan olmayacak. Geçenlerde kendisi ile 1973 grevleri üzerine belge alışverişi yaptığım gazeteci arkadaşım Ayşe Tekin “Biz bu hikâyeleri yazmazsak göçmenler konusunda bellekte sadece Almanların önyargıları kalacak,” demişti. Durum tam da böyle.
Geçen yıl Cem Kaya’nın “Aşk, Mark ve Ölüm” belgeselini beraber izlediğim Alman arkadaşların hepsinin ağız birliğiyle söylediği “Biz bunları hiç bilmiyorduk,” cümlesiydi. Ki bu insanlar senelerin sendikacısı, sol teşkilatlarda çalışmışlar ve göç konusuna da duyarlı insanlar. Irkçı çağrışımları olan ve benim reddettiğim “paralel toplum” kavramı bu bağlamda belki anlamlı. Milyonlarca insan çoğunluk toplumunun tamamen dışında bambaşka bir hayat yaşadı ve halen yaşıyor.
Göçmenler ve özellikle de Türkler(*) çok yakın zamana kadar ve hatta bugün bile basında sadece suç, eğitimsizlik, kısacası olumsuz bağlamlarda konu edildiler. Alman basınında, boş verin olumlu bir Türk göçmen figürünü, normal, işinde gücünde birisini bile göremezdiniz. Bunun da ötesinde Almanya’da “Türk” ötekidir. Yani “onlar”dır. Ve “onlar” üzerinden çoğunluk Alman toplumu kendini bir “biz” olarak yeniden yaratır.
TARİHİMİZİ KİM YAZMALI?
Ünlü Jamaika kökenli sosyolog Stuart Hall’ın çok bilinen bir sözü vardır: “İngilizler siyahilerden nefret ettikleri için ırkçı değiller, bilakis siyahiler olmadan kim olduklarını bilmediklerinden ırkçılar.” Bizim de durumumuzu çok doğru ifade eden bir cümle bu. Almanların ötekisi biziz. Bunun en iyi göstergesi 1990’lı yıllarda Türklerin ev ve işyerlerine yapılan binlerce kundaklama ve 2000’lerdeki NSU cinayetleridir. Bu cinayetlerin hedefinde Afrikalı ve bazı başka mülteciler dışında birinci derecede Türkler vardır. NSU’nun katlettiği Yunanlı esnaf Theodoros Boulgarides de bir Türk olarak öldürüldü.
Bu şartlarda Alman çoğunluk toplumundan birilerinin bu ülkenin tarihini göçmenleri de dahil ederek yazması pek beklenemez. Bunu bizim yapmamız gerekir.
– Petrol krizinin patlak verdiği 1973 yılı Federal Almanya için çok önemliydi. “Vahşi grevler” yılı da deniyor. Özellikle 1972’de Bundestag’daki güven oylamasında oy satın alarak başbakanlığını koruyabilen Willy Brandt’ın ayaklarının altındaki toprak kayıyordu. “DDR ajanı” olduğu iddia edilen Günter Guillaume’un etrafındaki çember daralmaktaydı. Bahaneydi. Biliyoruz ki, 1974’te bütün ipler kopacak, başbakanlık görevini Helmut Schmidt üstlenecektir. Sizce Federal Almanya Cumhuriyeti bu “vahşi grevler” nedeniyle de ek bir sıkıntı yaşıyor muydu?
ORHAN ÇALIŞIR – Tabii yaşıyor. Bunun da çok açık göstergeleri var. İşçi dostu, solcu olarak bilinen Willy Brandt’ın grevlere ilişkin olumsuz açıklamaları var. Çalışanlar işinin başına dönsün, iş barışı sağlansın, gibi. Daha da önemlisi, hükümet, yani SPD-FDP ortaklığı, muhtemelen de Willy Brandt, bizzat ünlü SPDli siyasetçi Hans-Jürgen Wischnewski’yi grevcileri yatıştırması için Köln’e yolluyor. Wischnewski krizleri çözen adam olarak bilinir. Bu açıkça işçilere karşı işverenlerin yanında yer almaktır. Ki grevler sırasında yani 1973 ağustosunda daha petrol krizi başlamamıştı. Petrol fiyatlarının bir gecede fırlaması 17 Ekim 1973’tür.
Grevlerin tanımı konusunda Türkçede farklı kavramlar kullanılıyor. Tabii hepimiz aynı şeyi kastediyoruz. İzninizle bir iki cümle de bu konuda söylemek isterim. Ben grevleri “kendiliğinden grevler” Almancasıyla “spontane Streiks” veya “yasa dışı grevler” olarak tanımlıyorum. Almancadan çeviri olarak kullanılan “vahşi grev” kavramı biraz kötü bir çeviri gibi duruyor.
Grevler kendiliğinden gelişiyor yani sendikaların çağrısı, örgütlemesi söz konusu değil. Diğer taraftan yasa dışı çünkü savaş sonrası Almanya’da işveren işçi ilişkileri yeniden yapılandırılırken Betriebsverfassungsgesetz (İşyeri Yönetmelikleri Yasası) ile sendikalara ve işyeri işçi temsilciliklerine işyerinde iş barışını (bunu işçileri denetim altında tutma olarak da okuyabilirsiniz) sağlama görevi veriliyor. Dolayısıyla bu grevler yasa dışı. Ayrıca hem sendikalar hem de işyeri işçi temsilciliği (Betriebsrat) o zaman grev söz konusu olunca, “Bu iş bizden sorulur, bunlara da ne oluyor,” diye düşünüyorlar. Açıkçası, göçmen işçiler ve onların fabrikalardaki yakıcı sorunları konusunda bir fikirleri yok. Pek çok işletmede göçmen ve Türk işyeri işçi temsilcisi yok. Ford’daki 53 işyeri işçi temsilcisinden sadece ikisi Türk. Bunlardan biri tek başına oyların yüzde 32,8’ini almasına rağmen, “Almanca bilmiyor” gibi gerekçelerle profesyonel olarak işçi temsilciliği yapamıyor, yani işçi olarak çalışıyor. Bu oran toplam işçi temsilciliğinde 10 sandalyeye tekabül ediyor.
SENDİKA UZAK DURUNCA…
– Ortada bir sendikal “uzaklık”, hatta karşıtlık da var galiba…
ORHAN ÇALIŞIR – Sendikanın -burada IG Metall (Metal İşçileri Sendikası) demek daha doğru olur çünkü grevler metal sektöründeydi- greve ne kadar uzak olduğunu gösteren şu olay, grev günlerinde yaşanıyor: Ford’da grev başlayınca, bu işletmeye bakan sendika yetkilileri ile işyeri işçi temsilcileri yakın bir şehirde toplantı halindedirler. Olayı duyunca, ne oluyor, diye aralarından birini Köln’deki fabrikaya gönderiyorlar. Ancak, söz konusu sendikacılar aralarında öylesine bölünmüşlerdi ki, bu kişiye güvenmeyen başka bir grup ilk giden sendikacıyı kontrol etmek için aralarından başka birisini daha Köln’e yolluyorlar. Burada belirtmek lazım, IG Metall 2000’li yıllara kadar Almanya’nın tek kitlesel sol örgütüydü.
Bana bu olay, 1989 yılında Ekim ayında DDR’in (Demokratik Alman Cumhuriyeti) 40’ıncı kuruluş yıldönümü törenlerini hatırlattı. Birkaç aydır insanlar Çekoslovakya, Romanya, Polonya ve başka ülkeler üzerinden batıya kaçıyor, çok ciddi bir kriz var, fakat E. Honecker, H. Axen gibi devlet yöneticileri törende sanki hiçbir şey yokmuş gibi konuşmalar yaptılar. Bu durum, yönettikleri ve/veya temsil ettikleri insan topluluklarından ne kadar kopuk olduklarını gösteriyordu. Nihayet bu törenlerden sadece beş hafta sonra Berlin Duvarı yıkıldı.
Tabii ki farklı örnekler de var. Sendika yetkilileri değil, ama işyeri işçi temsilcileri (Betriebsräte) bazı grevlerde önemli rol oynuyorlar. Neuss’daki karbüratör üreten Pierburg fabrikasındaki grevde, işyeri işçi temsilcileri greve önderlik ediyorlar. Bu işletmedeki işyeri işçi temsilciliğinde Almanlardan başka bütün göçmen işçi gruplarından temsilciler var. Çalışanlarının büyük çoğunluğu göçmen kadın işçilerden oluşan Pierburg’daki grev, “kadın grevi” olarak da tanımlanır. Ve bu grev, 1973 grevlerinin -kısmen Lippstadt’daki Hella grevinden başka- benim bildiğim tek başarılı grevdir. İşçiler neredeyse bütün taleplerini elde etmişlerdir.
Yanlış anlamaları önlemek ve yiğidin hakkını da yiğide vermek için: Bir bütün olarak değil, fakat tekil veya küçük gruplar halinde işyeri işçi temsilcileri (Betriebsräte) ve işletmedeki sendikanın işçi temsilcileri (Vertrauensleute), Bielefeld-Brachwede’deki Rheinstahl fabrikasında olduğu gibi grevin içinde yer almışlar ve büyük katkıda bulunmuşlardır.
– 50 yıl önceki Köln Ford Grevi (“Türk Grevi”) her yönüyle tarihsel bir olay. Neredeyse unutturuldu. Ancak sizin 1973 grevleri ve Köln’deki “sınıfsal patlama” üzerinde çalıştığınızı biliyoruz. Oldukça yüklü, birinci elden bilgilere sahipsiniz. Neler olmuştu orada?
ORHAN ÇALIŞIR – Konu çok geniş, isterseniz bir önceki soruya verdiğim cevabın son cümlesinden devam edelim. Önce Ford fabrikasındaki genel durumu sonra da kronolojik olarak grevi konuşalım. Ford’da son montaj hattının bulunduğu Y-hangarı neredeyse tamamen Türk işçilerinin çalıştığı işin en ağır olduğu bölüm. Yaklaşık 36 bin işçiden 12 bini Türk ve bunların neredeyse hepsi bu son bantta çalışıyor. Alman işçilerin ise sadece yüzde 10’u bantlarda çalışıyor. Burada işçiler yüksekten geçen akarbantlarda gelen arabaların son montajını yapıyorlar. Bantlar yukarıda, dolayısıyla kolların daima yukarıda çalışıyorsun. O zamanlar otomobil branşında Ford’un bantları en hızlı akan bantlar. Tuvalet ihtiyacı olan işçinin bir ortacı bulup kendi yerine onu geçirmesi lazım, çünkü bant hiç durmuyor.
Bantlar konusunda işçilerin epeyce uzun bir süredir protestoları var. Elime geçen Türkçe bir bildiride son cümle olarak büyük harflerle şu yazıyor: “BİZ, BANTLARDA YA DAHA AZ ARABA, YA DAHA FAZLA ADAM İSTİYORUZ!” Ve aynı bildiride işçiler kendilerini bantların hızlandırılmasına karşı nasıl savunacakları üzerine kafa yormuşlar. Akarbantları şöyle düşünmemiz lazım: Bunlar arada arza yapıyor ve duruyorlar. Onarımdan sonra çalıştıklarında bant daha da hızlandırılıyor çünkü o gün o vardiyada çıkacak araba sayısına ulaşmaları gerekiyor. Bu konuda bildiride “Bant hızı yükseltildiğinde aynı eskisi gibi çalışalım. Mayısterlerin (sic!) bağırıp çağırmalarına kulak asmayalım.”
SÜRPRİZ GREVİN KARİZMATİK LİDERİ
Bundan başka göçmen işçilerin ücret grubu Alman işçilere göre daha düşük. Tabii onlar işe sonradan girdi gibi gerekçeler var, fakat bu işçiler fabrikadaki en zor işleri yapıyorlar. O zamanın Vietnam Savaşı’na atfen fabrikadaki bazı bölümler Vietnam olarak anılıyor.
Bütün bunların ötesinde Almanya’da o zamanlar bugünküne benzer bir hayat pahalılığı var. Her şey pahalanmış. Ücretlerde bir artış isteniyor.
İşçiler açısından bardağı taşıran damla ise yaz tatilinden geç dönen Türk işçilerin işten atılmaları. Türk işçileri yıllardır altı haftalık tatili yazın bir defada almak istiyorlar. Çünkü hepsi memleketlerine gidiyor. Anne ve babaları, akrabaları, arkadaşları var. Bekârlar nişanlanıyor, evleniyor. Arabayla otoyolların olmadığı o zamanlar Türkiye’ye gidip dönmek daha uzun sürüyor. Ve diyorlar ki, biz buranın dini bayramlarında, bütün yıl boyunca çalışırız, fakat bize yazın bütün iznimizi kullanmamıza müsaade edin. Bunu Ford kabul etmiyor. Yaz tatili duruma göre 3-4 hafta. Türkler geçen yıllarda da işten geç döndükleri oluyor fakat bir müeyyide uygulanmıyor. Sadece ücretler kesiliyor veya o süreleri fazla mesai ile telafi etmeleri isteniyor.
O yıl tatilden gelenlerin işten atılmalarına gerekçe olarak Ford’un zaten işçi atmayı planladığı ama bunun için bir fırsat kolladığını söyleyenler var. Fakat Ford sadece tatilden geç gelenleri işten atmakla kalmıyor, diğer işçilere de “Eksik adamlar yerine siz çalışacaksınız,” diyor. Tabii işverenin işçiye fazla çalışacaksınız demesi çok yadırganacak bir durum değil, ama bu bir primle çekici hale getirilir. Usul böyledir. Fakat Ford bunu dikkate almıyor. Grevin başlama nedeni Y-Hangarındaki Türk işçilerin bu fazladan işi yapmak istememeleri.
24 Ağustos 1973 günü, öğlen vardiyasında, Niğdeli olduğunu öğrendiğim ama ne ismini ne de şimdi nerede olduğunu henüz bulamadığım bir işçinin “Yeter be!” diyerek elindeki parçayı monte etmek yerine yere atıp yürümesi ve ona diğer işçilerin katılmasıyla son montaj hattında başlıyor.
Bu kendiliğinden iş bırakmaya bütün öğlen vardiyası, yaklaşık 8000 işçinin neredeyse hepsi katılıyor. O gün Ford fabrikasının yönetimi, işyeri sendika temsilciliği başkanının (Vorsitzender des Vertrauenskörpers) önemli katkısıyla “Tamam talepleriniz alınmıştır, artık makinaların başına dönün,” diye grevi birkaç konuşmayla geçiştirmek istiyor, fakat işçiler içeri girmiyorlar.
O gün ve bir sonraki gün işçilerin talepleri şekilleniyor:
- Akarbant hızı yavaşlatılsın.
- İşten atılan arkadaşlarımız geri alınsın.
- Altı hafta, istenirse bir defada alınabilecek, ücretli yıllık izin.
- Herkese 1 Mark fazla ücret.
- Grevcilere karşı disiplin soruşturması açılmasın.
- Grevde geçen günlerin ücreti ödensin.
Sendikanın ve işyeri işçi temsilcilerinin grevin yanında değil de karşısında yer almasıyla işçiler “Bir temsilciliğimiz olsun,” diyerek bir grev komitesi kuruyorlar. Grevde olumsuz bir şey olmasın diye bütün kapılara nöbetçiler yerleştiriliyor. Bunu için Türk işçilerden birisi “İstanbul ve çevresinden gelenler el kaldırsın,” diyor ve onlar A kapısına, Sivas ve çevresinden gelenler B kapısına diye hızlı bir örgütleme yapıyorlar.
Baha Targün, hem iki dili de bilmesi hem de inandırıcı, güvenilir kişiliğiyle grevin yüzü ve sözcüsü oluyor.
BİR ROMANESK DEVRİMCİ: BAHA TARGÜN
– Ünlü Köln grevinin lideri Baha Targün olayını siz nasıl görüyorsunuz? Hakkında epey araştırma yaptınız. Bu romanesk adamın yaşamıyla ilgili yeni bilgiler sizde nasıl bir resim yarattı?
ORHAN ÇALIŞIR – Tam adıyla Süleyman Baha Targün, bir fenomen. İyi bir eğitim almış. Türkiye’de liseden sonra konservatuvarda müzik okumuş. Pek çok müzik aleti çalıyor. Ve Almanya’ya aslında okumaya gelmiş, fakat bir süre sonra üniversiteyi bırakıp farklı işlerde çalışmış. En son olarak da işçi olarak Ford fabrikasına girmiş.
Baha Targün her şeyden önce çok yetenekli birisi. On parmağında on marifet var. Bunu daha sonraki hayatında da göreceğiz. Çevresindekilere güven veren bir adam. Fabrika yönetimiyle görüşmeleri şeffaf, herkesin gözü önünde yapıyor ve tek başına veya birkaç kişiyle baş başa görüşme yapmayı reddediyor. Bu tavırları işçilerde yakınlık ve güven yaratıyor. Devamlı işçilerle konuşuyor. Onları ikircikli konularda ikna etmeye çalışıyor.
Onu yakından tanıyan işçiler belki de ona olan saygı ve sevgilerinden biraz da abartarak bugün hikâyeler anlatıyorlar: “Baha Targün bir gazeteyi baştan sona tek başına yazardı,” deniyor. Veya onu Ford’dan önce tanıyan bir işçi, Baha Targün’e fabrika yönetiminin “Grevi boş ver, biz sana 50 bin mark verelim, fabrikadan da yeni çıkan istediğin bir arabayı al ve dönmemek üzere Türkiye’ye git,” diye teklif yaptığını ve onun bu teklifi hemen reddettiğini anlatıyor.
Baha Targün 30 Ağustos perşembe günü grev polis zoruyla kırılınca gözaltına alınıyor. Sınır dışı edilecekken Köln’deki büyük bir işletmenin işyeri işçi temsilciliği başkanı ve SPD’nin Köln’deki önemli adamlarından biri -benim tahminime göre- vicdani rahatsızlık duyarak onun sınır dışı edilmesini engelliyor.
Fakat bir süre sonra kanımca bir komploya maruz kalarak Köln’de altı yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Mahkeme tutanakları artık yok fakat mahkemeyi takip eden basından ve o günün tanıklarından mahkemede olup biteni izlemek mümkün. Arşivlerde de bu konuda epeyce malzeme var. Bu eldeki belgelere bakacak olursak, Baha Targün’e savcılığın iddianamesinde atfedilen suçun kanıtlanması mümkün değil. Buna rağmen altı yıl hapis cezası alıyor ve bunun dört yılını yatıyor. O zaman tam olarak ne oldu ve bu suçlama nasıl, kimlerin çabalarıyla oluştu, bunu birinci elden öğrenmek için bugün hayatta olan birkaç kişinin konuşması lazım. Kısacası tam olarak kanıtlanması zor, fakat elimizdeki verilerin değerlendirilmesiyle ortaya bir komplo çıkıyor diyebiliriz.
Cezaevinden çıkan Targün Türkiye’ye sınır dışı ediliyor ve orada yeni bir hayat kuruyor. TRT’nin ünlü Arkası Yarın’larına metin yazıyor. Zamanın popüler televizyon dizisi Çılgın Bediş’in 1990’larda senaristliğini yapıyor. Ve bu senaryolarıyla bir de ödül kazanıyor.
Bir ara bir Fransız şirketiyle Suudi Arabistan’a gidiyor ve orada soğuk hava depoları yapımında çalışıyor. Turist rehberliği sınavına girerek Antalya’da rehber oluyor ve geçimini bu işten sağlıyor. Bir dönem Antalya’da bir arkadaşıyla rehberliğin yanı sıra bir fotoğraf stüdyosu işletiyor. Bir tatil köyünde müdürlük yapıyor. Bu işlerden emekli olunca İstanbul’a dönüyor.
Adam 60 yaşında dağcılığa başlıyor. Önce ilk gittiği dağcılık kulübünde kendisine garip garip bakıyorlar, fakat Baha Targün kafasına koyduğunu yapan birisi. O yaşta dağcılığı öğreniyor. Bu arada Çerkezköy taraflarındaki bir köyde bir arsa alıp yanında sadece bir ustayla kendine şehirden uzak bir ev inşa ediyor. Bahçesine meyve ağaçları dikiyor, sebzeler yetiştiriyor. Şarap yapmayı öğrenip bahçesindeki üzümden şarap yapıyor. Evin kilerini şarap mahzenine çeviriyor. Bahçesindeki kabakları arabayla yakındaki bir yol kavşağına götürüp satıyor. Evine bir de sauna yapıyor. Kullandığı bazı elbiselerini kendi dikiyor. Arkadaşlarından bazıları hâlâ onun diktiği pantolonu giyiyor, yaptığı şapkayı başlarına takıyorlar.
Hepsi kendisinden genç dağcı arkadaşlarını bahçesinde ağırlayıp kendi yaptığı şarapları, yemekleri ikram ediyor. Zirve Dağcılık kulübünde anlaşmazlık yaşayarak ayrılıyor ve Haydi Kanyon’a derneğini kuruyor. Kanyon sporculuğu daha farklı bir disiplin. Bu işe kendini tamamen veriyor. Ki o zamanlar 70’li yaşlarda. Kaymakamlıklara dilekçe yazarak okullarda ücretsiz kanyon sporu dersleri vermek için izin alıyor. Öğrencilere bu sporu öğretiyor.
Sporcu arkadaşları her yıl onu anmak için bir kanyon etkinliği düzenliyorlar. Çoğu ile söyleşiler yaptım. Yıllardır beraber olduğu bu arkadaşları onun Almanya hikâyesini bilmiyordu. Bazı şeyleri 2020 yazında ölümünden sonra öğrenmişlerdi. Müzik eğitimi aldığı, pek çok çalgı çaldığı halde bunu sporcu arkadaşlarına hiç anlatmamış. Bir şeyler bilenler de kenarından köşesinden sadece bazı şeyler duymuşlardı. Yani Baha Targün eskilerin tabiriyle nevi şahsına münhasır birisi.
Daha önce yaptığı önemli işleri, istisnai becerilerini kimseye anlatma ihtiyacı duymuyor. Bir konuyu kapattıktan sonra bir daha buna dönmüyor. Kendisini iyi tanıyan, Kastamonu’daki Valla Kanyonu’nda ölümüne neden olan spor kazasında yanında olan bir sporcu arkadaşı, “Onun için ya siyah vardı ya da beyaz. Ara renklere, griye yer yoktu,” diye anlatıyor Baha Targün’ü.
Tabii hepsinin takdir ettiği özellikleri ve incelikleri var. Başladığı işe yoğunlaşması ve onu sonuca bağlayana kadar takip etmesi, arkadaşları arasında yarattığı güven ortamı, fedakârlığı, yaşına rağmen zorlu sporun her işine koşması ve tabii insanlarla olan dostluğu.
Baha Targün kuşkusuz Türkiye’de 1968 hareketi ve onun getirdiği devrimci dalgadan etkilenmiş birisi. 1970lerde okumak için Almanya’ya geldiğinde bağımsız bir devrimci. O zamanlar bir örgütle irtibatı var, fakat örgütün üyesi değil. Onu örgüte kazandırmaya çalışan Ford grevinde de beraber olduğu Alman arkadaşı onun bağımsız ruhlu birisi olduğunu, örgüte girmediğini anlatıyor. Evindeki mutfakta saatlerce tartışmadan sonra, “Hadi sen de örgüte üye ol, dediğimde bana sadece gülümsedi,” diye anlatıyor.
Baha Targün kuşağının toplumun geniş kesimlerinde sevgi ve hayranlık uyandıran, anne babaların adlarını çocuklarına verdikleri genç devrimcilerden biri. Türkiye’ye döndükten sonra ve belki de Almanya’daki hapis yıllarında doğrudan politik çalışmayı bırakmış da olsa o kuşkusuz döneminin unutulmuş fakat çok önemli bir solcu şahsiyeti.
ALMANLAR İSTEMİYOR, BİZ İSE UNUTTUK
– Aslına bakılırsa, Almanya’ya gelen Türkiye kökenli emekçilerin her birinin hayatı bir roman. Hatta her birinin hayatı birkaç cilt roman. Gerekli ilgiyi gördükleri söylenebilir mi? Baha Targün, Mukadder Çetinkaya, Hasan Doğan’ın örneğin… Targün dışında isimler de var bildiğimiz kadarıyla, ünlü yasa dışı grevde önemli rol oynayan… Fakat bu insanlara ne Türkiye tarafı ne de Almanya tarafı özel bir ilgi gösterdi. Şöyle soralım: Bu insanlarımızın Alman yakın tarihindeki rolleri sizce neden hiç görünmedi? Ya da neden yeterince incelenmediler? Bugün bu insanlarımız ve yaşam öyküleriyle ilgili neler yapılabilir, neler yapılmalı?
ORHAN ÇALIŞIR – Tam da sorunuzda ifade ettiğiniz gibi, sanki bir susuş kumkuması var. Bu konuyu çok düşündüm ve anlamaya çalıştım. Benim kanaatim, bu durum, grevlerin birkaç istisna dışında yenilgiyle sonuçlanmasıyla da ilgili.
Almanya’da özellikle sendikaların grevleri ve bu grevlerin öncülerini yok saymasının nedeni tabii ki bu grevlerin onların bürokrat yüzlerine ayna tutması. Pek çoğu doğrudan veya dolaylı olarak sınıf düşmanıyla gayet makul talepler ileri süren göçmen işçilere karşı iş tutmuşlar. Biliyorsunuz, Almanya’da son 20 yılda Nazi rejimiyle içli dışlı olmuş, savaşa, katliama katılmış, esir işçi çalıştırmış bazı şirketler bir veya birkaç akademisyeni finanse edip onlara işletmenin tarihini yazdırıyorlar. Daha sonra da bu çalışmayı basın üzerinden toplumla paylaşıyor, duruma göre bazen sembolik tazminatlar ödeyerek kamu önünde kendilerini aklıyorlar. Bu ne kadar samimidir, değildir, ayrı bir konu. Fakat böyle bir geçmişle hesaplaşma koskoca Alman Sendikalar Birliği’nin aklına gelmiyor.
İğneyi başkasına rahatça batırırken çuvaldızı da unutmayalım. Bizler ne yaptık? Bizler de unuttuk. Başka şeylerle meşguldük veya bu hareketin boyutunu, önemini göremedik, anlayamadık. Belki büyük dünya işleriyle uğraşırken önümüzdeki bu muazzam deneyimi kaçırdık. Hani ağaçlardan ormanı görememek gibi bir şey galiba.
Burada grevlerde başı çeken işçileri kastetmiyorum, çünkü onların iş güç, çoluk çocuk derken bu işlerle uğraşacak pek vakitleri yoktu. Ayrıca bunun için gerekli donanımları da yoktu. Bu öncü işçilerin bazıları işten atıldı ve Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde kara listelere alındılar ve bir daha orada iş bulamadılar. Örneğin Hasan Doğan, o zamanlar Duvar’ın arkasında kalan Berlin’e onun için gitmek zorunda kalıyor. Bir de lanet olsun deyip işten atılmasa bile çekip memleketine gidenler var. Bu, yenilginin yarattığı ruh haliyle de ilgili bir durum.
Aynı dönemde öğrenciliği bırakıp fabrikalara girmiş Alman gençlerin durumu ise farklı. Hem fabrikalara bir misyonla girdiklerinden hem de entelektüel donanıma sahip olduklarından bu konuda yapılmış pek çok çalışma ve yayın onların elinden çıkmadır. Bugün de benim gibi bu konuları araştıranların başvurdukları en önemli kaynaklardan biri zamanın “işçi sınıfına giden” devrimci Alman gençleridir.
Türkiye’de neden ilgi gösterilmediği konusunda birkaç şey söylenebilir, diye düşünüyorum. Bir defa, hem devlet hem toplum buradaki milyonlarca insanı döviz ve gelir kaynağı olarak gördü. Oradaki toplumda Almanya’da veya Avrupa’da çalışanların sosyal konumu pek yukarılarda değildi. Aklı başında diye düşündüklerin bile bir lafa “Almancı” diye başlıyor.
Bundan başka burayı yazmak için hem Almanya’yı çok iyi tanımak, bilmek, hem de Türkçe dışında Almancaya da hâkim olmak lazım. Kısacası iş başa düşüyor. Yani bu işi öncelikle ikinci, üçüncü ve geriden gelen dördüncü kuşak yapmalı. En geniş donanım onlarda var. Her şeyden önce bu onların hikâyesi. Bazıları farkında olmasalar bile. Bu işi yapan epeyce genç arkadaş var. Göçmenlerin çocuğu ve torunu genç yazarlar, tiyatrocular ve sinemacılar çok parlaklar. Ve çok güzel eserler veriyorlar. Eğer bunlar Alman kültür işletmesi (Kulturbetrieb) içinde kaynayıp gitmezlerse ortaya daha güzel işler çıkar.
İNSANLARIMIZIN ÖYKÜLERİ KAYBOLMAMALI
Tabii insanlarımızın öyküleri kaybolmasın diye daha çok yapılacak iş var. Birinci kuşak aramızdan ayrılıyor maalesef. Çalışmalar sırasındaki yaşadığım en acı olay konuşmaya gittiğim bazı insanların sağlık sorunları nedeniyle kendilerini anlatamaması oldu. Onun için eli kalem tutan herkes bu hikâyelerin toplanmasına katkıda bulunmalı. Hâlâ biraz vaktimiz var. Daha sonradan başkalarının yazdıkları üzerinden öğrenmek yerine hikâyeleri sahiplerinden toplamalıyız.
– Türkiye kökenli emek göçünün ilk iki on yılında (1960’lar ve 1970’ler) sendikalaşma oranının çok yüksek olduğunu belirtiyorsunuz. Türkiye’den kopup gelen bu insanlar, herhalde solculuklarından ötürü sendikalı olmadılar. O yılların Türkiyeli emekçilerinde sizce neden böyle yüksek bir örgütlülük bilinci vardı? Grevlerin ve sendikal mücadelenin Federal Almanya’daki Türkiye kökenli emekçiler arasındaki gerçek gücü neydi 60 ve 70’lerde? Sonra ne oldu ve bugün durum ne?
ORHAN ÇALIŞIR – Evet böyle yüksek bir sendikalaşma oranı var. Ben Almanya genelindeki sayılara bakarak değil de Köln’deki Ford örneğinde konuyu anlatmak isterim. Ülke genelinde sendikalaşma oranını incelerken sektöre, işyerinin olduğu bölgeye, işçilerin cinsiyetine, geliş yıllarına vb. de bakmak lazım ki, bu çok daha kapsamlı bir iş.
Ford’da Ağustos 1973’te grev başladığında Türk işçilerin yüzde 90’ı sendikalı. Bu oran Almanlarda yüzde 50. Tabii bunun şöyle bir nedeni de var: Bizim vatandaşlar her ne kadar Sirkeci’den ceplerinde iş mukavelesiyle yola çıkmış da olsalar fabrikaya işe girerken yapılması gereken bazı işlemler var. Tabii sendikaların -yukarıda konuştuğumuz gibi- işverenle bir sosyal dostluk (Sozialpartnerschaft) sözleşmesi olduğundan bu işlemlerin yapılacağı yere IG-Metall sendikası da bir masa kurup yeni gelen göçmen işçileri sendikaya üye yapıyor. Bu, bir gerçek.
Bu durum bugün bile “1973 grevleri göçmen işçilerin bir eşitlik mücadelesidir” diyen bizlere karşı bir argüman olarak kullanılmaktadır. “Onlar nereye imza attığını bile bilmiyorlardı,” diyorlar kısacası.
Tamam, sendika üye oranının böyle bir nedeni var, ama aynı insanlar her ay sendikaya üyelik aidatının kesildiğini görüyorlar. Ki bu da epeyce bir para. Eğer isteselerdi üyelikten çıkarlardı. Fakat çıkmıyorlar. Herhalde sendikalı olmanın kendileri için bir güvence olduğunu düşündüklerinden.
Tam da bu nedenle grevlerde kendi yanlarında görmedikleri sendikaya Türklerin tepkileri çok büyük. Hem Köln’deki Ford’da hem de Bielefeld-Brackwede’deki Rheinstahl grevlerinde en fazla atılan slogan “Satılmış Sendika!”. Konuştuğum bütün Alman grevciler bu sloganı hatırlıyor ve bugün de -Alman aksanıyla- söylüyorlar.
Göçmen işçilerin sosyal ve siyasi durumu konusunda Alman kamuoyunda az bilinen ve konuşulan bir konu daha var. Türkiye’den gelen işçilerin epeyce bir kısmı kalifiye, yani usta işçi. Ayrıca bunların Türkiye’den sendika hatta parti çalışması deneyimleri var. Ford grevi komitesindeki Hasan Abi (Hasan Doğan) Almanya’ya geldiğinde hem DİSK hem de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi. Keza Bielefeld-Brackwede’de Rheinstahl işletmesinden çalışan benim babam da 1969 yılında Almanya’ya gelmeden önce İstanbul’da DİSK ve TİP üyesiydi. Ve bu işçiler Türkiye’den sendika ve grev deneyimiyle geliyorlar.
Yani “Türk işçiler Anadolu bozkırından, tarladan yüksek teknoloji ile çalışan modern fabrikaya geldiler,” yaklaşımı en azından kısmen yanlış. Gelenler arasında çok sayıda sanat okulu mezunu, ortaokul ve lise mezunu da var. Bir de bunlar askerliğini yapmış yirmili otuzlu yaşlarda delikanlılar. Askerlik bir toplu hareket ve toplu eylem eğitimi anlamına geliyor. Kapılara nöbetçilerin yerleştirilmesi, her türlü şiddetin ve alkollü içeceğin yasaklanması ve buna binlerce işçinin uyması tesadüfle değil, bu insanların yıllar içinde kazandıkları ve beraberlerinde Almanya’ya getirdikleri deneylerle açıklanabilir ancak.
ORHAN ÇALIŞIR KİMDİR?
Federal Almanya’ya göç etmiş emekçi bir ailenin çocuğu olan Orhan Çalışır, Türkiye’de doğdu, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Çocukluğunda da sık sık ailesinin yanına geldi, daha sonra Bremen’de ekonomi okudu ve gazetecilik eğitimi aldı. Uzun yıllar Alman kamu yayın kuruluşlarında gazetecilik yaptı. Konularını daha çok çevre kirliliği, çalışma yaşamı ve göç olgusu oluşturuyor. “Weißer Brunnen – Akkuyu”, “Torf – Wie die türkischen Gastarbeiter nach Lohne kamen” (Türk Konuk İşçiler Lohne’ye Nasıl Geldi?) , “Heimaterde” (Memleket Toprağı), “Tante Ümmü” (Ümmü Teyze), çalışmalarından bazıları… Ayrıca Federal Almanya ile Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşmasının 60’ıncı yıldönümü nedeniyle 2020 ve 2021’de ilk kuşak konuk işçilerden 11 kısa portreyi belgesel film halinde işledi. Bir diğer çalışması olan “Die Frauen aus der Schokoladenfabrik” (Çikolata Fabrikası Kadınları) belgeseli de 1960 ve 70’lerde Türkiye’den Almanya’ya çalışmak için gelen kadınları konu alıyor. Belgesel sinemacı ve yazar olarak Bremen’de yaşamını sürdüren Orhan Çalışır, ayrıca bu kentteki bir eğitim kurumunda eğitim danışmanlığı da yapıyor.
__________________________
NOTLAR: (*) Burada Türk sözcüğü etnik değil, politik bir kavram olarak kullanılmaktadır. Elbette kastedilen Türkiye kökenli bütün göçmen işçilerdir. Hem bu göçmen grubuna karşı ırkçılık, düşmanlık, Türk kavramı üzerinden yapıldığından hem de genel olarak terminolojide bu biçimde yer aldığından bu söyleşide de aynı kavram tercih edilmiştir. (Orhan Çalışır)
OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT