Soğukkanlı olmak gerek: Almanya’da yükselen asıl tehlike
“Emperyalizm, militarizm ve ırkçılık en keskin halleriyle bir arada!” Bir kısa cümle içinde sadece üç sözcükle klasik Alman faşizmini tanımla deselerdi, böyle yanıtlardım.
Almanya’da şimdilerde bu doğrultuda bir panik havası esiyor. Kimilerin “aşırı sağcıˮ, kimilerin “faşist eğilimliˮ, bazılarının da doğrudan “faşistˮ olarak nitelediği bir siyasi partinin, Almanya İçin Alternatif (AfD) adlı partinin yükselmekte olduğu konuşuluyor. Herkes bu doğrultuda ilerlediği söylenen partiye karşı uyarılıyor. “Tehlike büyükˮ deniyor.
Boş laf değil. AfD gerçekten seçimlerde sürekli yükseliyor. İkinci büyük parti olarak yerini sağlamlaştırma yolunda ilerliyor. Geçenlerde iki eyaletteki seçimlerde büyük başarı elde ettiler. Pazar günü de yine doğudaki Brandenburg eyaletinde birinci parti olmayı çok küçük bir farkla kaçırdılar. AfD dev adımlarla ilerlerken geleneksel partiler sürekli oy kaybediyor. Şimdi sadece solcular değil, geleneksel sağ partilerin her birinden tepkiler geliyor. “Biz onlarla koalisyon yapmayızˮ diye feryatlar yükseliyor.
Burada bir parantez açıp, geçenlerde birdenbire anımsadığım bir anımı paylaşayım:
İlk ergenlik yıllarımda mahallemizde bizden epey büyük bir ağabey vardı. Bize kavga etmeyi öğretirdi. Ve bizi hep uyarırdı: “Kavgada iki şeye dikkat edeceksin. Birincisi, kızmayacak, öfkeye kapılmayacaksın. İkincisi, görüş açının daralmamasına dikkat edeceksin. Bunları başarırsan, dayak yesen bile, kavgadan daha az zararla çıkarsın.ˮ
Siyasi mücadele de aslen sınıflar arasında bir kavgadan ibaretse, işte tam buradan devam edelim.
Almanya’da tehlike giderek büyü… Derken dikkat! Öfkelenmeye başlıyoruz. Bu balonu düzenin geleneksel partileri de bolca hava basarak şişiriyorlar. Öfkemizi ve telaşımızı büyütüyorlar. Bu kakofonide bakış açımız gittikçe daralıyor. Sadece AfD’yi konuşuyor, ondan başka bir şey göremez hale düşüyoruz. Bu açıdan bakarsak, tehlike gerçekten çok büyük! Ve biz o tehlikenin tam ortasında bulunuyor, gözlerimizi sadece bir noktaya dikmiş, ondan başkasını görmez hale gelmekteyiz. Bir sonraki yumruğun nereden geleceğini kestiremeyebiliriz.
Öyleyse önce soğukkanlılıkla çevremize yani Almanya siyaset sahnesine bakalım: Hani şu resmen 40 siyasi partinin kayıtlı olduğu sahneye. İşte o zaman bu partilerin önemli kısmının federal, eyalet ve belediyelerin yanı sıra Avrupa Parlamentosu seçimlerine katıldığı, vakıflara sahip olduğu, etkileri altında dernekler, düşünce kuruluşları bulundurduğu, kimi kadrolarının devlet dairelerinde memur olarak dokunulmazlık zırhı altında çalıştığı bir sahnenin tam ortasında olduğumuzu göreceğiz.
Nedir bu partilerin varlık nedeni? Sadece üç tanesinin dışındaki tümü, “bu düzeni daha iyi idare edebilecekleriˮ iddiasıyla ortalıkta salınıyorlar. O üç taneden, adlarında “komünistˮ sözcüğü taşıyan ikisinden birinin de derdi, düzeni değiştirmekten çok, “tekellerin olmadığı bir demokrasiˮ yaratmak! Bunların üçünü de düzen zaten yasalarıyla, polisiyle, Anayasayı Koruma Dairesi ve başkaca örgütleriyle izlemekte, tehlike oluşturacak derecede büyümeye kalktıklarında yasaklamak için malzeme biriktirmekte.
Ya geri kalan 37’si? Bu yazının en başında sıraladığım üç kavramın içerdiği her şey kırıntılar halinde tümünün içine serpiştirilmiş bulunuyor. Hiçbirinin sömürüyle sorunu yok. Tek tek her birinin başta gelen tasası işçi ve emekçilerin hakları değil, “onlara ekmek verenˮ sermayenin sağlıklı yaşaması. Hiçbirinin Almanya’nın emperyal çıkarlar doğrultusunda attığı adımlarla sorunu yok. Hiçbirinin Almanya’nın sınır dışında askersel operasyonlara kalkışmasıyla sorunu yok. Bunların her biri faşizmin stratejik hedeflerinin belli yanlarını canla başla savunan üyelerle dolu. Irkçılık derken… Hiç kimse Yahudilerden söz etmiyor, ama bu partiler siyah Afrikalılara kıl olan, Türkleri ya da Arapları aşağı gören, ya da “İslam korkusuˮyla titreyen üyelerle dolup taşıyor. Buna karşı mırıldanmalar dışında hiçbirinden etkin tek bir sözcük yükselmiyor. Üstelik böylesi tipler hepsinin yönetici kadroları arasında da yer alıyor, bu partilerin siyasetini ve uygulamalarını yönlendiriyor, yönetiyor.
Örnek mi gerekiyor? Hükümet ortaklarından başlayalım: Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin yıkım ustası, karşı devrimci Bündnis 90 ile el ele vermiş Yeşiller’in Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock varken savaş yanlısı bir faşist partiye ne kadar gerek olduğu haklı bir soru değil midir? Haydi diyelim ki o bir anomali. Ya ondan önce aynı koltukta oturan ve hepsi de sosyal demokrat olan Frank-Walter Steinmeier (şimdiki Cumhurbaşkanı), Sigmar Gabriel ve Heiko Maas? Bunların tümünün Alman emperyalizminin gayretli sözcüleri olmadığını, sınır dışı askersel operasyonlara karşı olduklarını iddia edebilecek kimse var mı?
Ya şimdiki İçişleri Bakanımız, sosyal demokrat Nancy Faeser? Bu kadından önceki, her ikisi de geleneksel sağcı burjuva partilerinden olanlara bakalım: Doğudan ithal, Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) üyesi Thomas de Maizière ve ardından gelen Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) üyesi Horst Seehofer… Nancy Hanımın onlardan daha “yumuşakˮ bir iç politika yanlısı olduğunu söyleyecek biri varsa bir adım öne çıksın.
Savunma Bakanı’na gelince… Annegret Kramp-Karrenbauer (CDU) ve sosyal demokrat Christine Lambrecht, ardından da Boris Pistorius sırayla görev aldılar. Asker selamı vermeyi öğrendiler. Alman militarizminin adım adım yükselmesine çabaladılar. Sonuçta, Alman emperyalizmi Atlantik’te savaş gemileri dolaştıracak, Afrika’da karakollar kuracak, ülke dışında konuşlanacak koca bir alay gönderecek kadar pervasızlaştı.
İşçi ve emekçilerden söz edip de Çalışma Bakanlığı’na göz atmamak olmaz. Öyleyse? Düşünün ki, Ursula von der Leyen denen korkunç kadın 2009-2012 arasında bu bakanlığın tepesine yerleştirilmişti. Ardından sosyal demokrat Andrea Nahles geldi. SPD’li olup da dört yıl boyunca işçiler için bir şey yaptığı sanılmasın. Sonra bir bakıyoruz Katarina Barley denen, SPD’nin genel sekreteri olan kadını geçici olarak bu göreve atıyorlar. Ardından da Hubertus Heil. Bakanlığın adı sadece Çalışma Bakanlığı değil, aynı zamanda “toplumˮ da var işin içinde. Demek ki bunlar, devlet adına “sömürü altında olanların toplumsal düzenle uyumunuˮ sağlamakla görevliler.
Burada okuyucunun ilgisini dağıtacak sayısız isim sıralayabilirim. Fakat isimler önemli değil. Bu insanların istisnasız tümünün heybelerinde faşizmin yapıtaşları, yani emperyalizmin, militarizmin, ırkçılığın çeşitlemeleri mevcut. Hangisinde birinden biraz az, diğerinden biraz daha fazla olduğu da önemsizleşiyor. Bunların her biri bir koltuktan kalkıp, diğerine oturuyor. Bir meclisten ötekine, bir bakanlıktan diğerine, olmadı Avrupa Birliği’nin parlamentosuna ya da bürokrasi aparatının bir önemli köşesine… Büyük bir gayretle sermayenin gereksinimlerinin temsilciliğini yapıyor, partilerinin siyasetini belirliyor, ülkeyi de ona göre yönlendiriyor ve yönetiyorlar.
O zaman tekrarlayalım: Tehlike büyük! AfD gerçekten bunlar içinde geleneksel faşizmin nüvelerini en çok taşıyan partidir. Ve tehlike oluşturmaktadır. Ona bakıyor, kızıyoruz. Öfkemiz boğazımızda düğümleniyor. İşte tam o anda mahalledeki ağabeyin uyarısını anımsamak gerekiyor: Dikkatleri AfD’ye odaklarken başka bir köşeden yumruk yeme tehlikesi de büyüyor. Yukarıda örneklediğim siyaset sahnesinde el birliğiyle örülen ve içinde debelenmekte olduğumuz ağı görmez oluyoruz.
Öyleyse, bakış açımızı tekrar genişleterek AfD’nin yanı sıra yükselen tehlikeyi de görelim: İktidardaki koalisyon ortakları uygulamalarıyla seçmenlerinin desteğini yitirmekteler. Bu partilerin cilaları hepten döküldü. Liberallerin zaten ne olduğu belliydi. Ama, “Bu sosyal demokratların kaçıncı ihanetidir?ˮ diye soranlar çoğaldı. Sol adına ortalıkta dolaşan yeşillerin de aslen ne denli sağ, militarist ve savaş çığırtkanı olduğu ortaya çıktı.
Şimdi bunlar herkesi “AfD tehlikesiˮ ile korkuturken, “ehveni şerˮ olarak yeniden iktidar paylaşımına gidecekler. Her biri biraz daha sağa kaykılmış, işçi ve emekçi düşmanlığında biraz daha ilerlemiş, kendilerini Almanya’nın emperyal heveslerine biraz daha ayarlamış olarak hükümet kuracaklar. İster erken seçimle, ister zamanı gelince…
Tehlike büyük, herkes ayağını denk atsın.
CEMİL FUAT HENDEK – FRANKFURT
GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran