Liberal faşist diktatörlük: Türkiye’deki seçim Avrupa’yı nasıl etkileyecek?

Liberal faşist diktatörlük: Türkiye’deki seçim Avrupa’yı nasıl etkileyecek?
Yayınlama: 09.06.2023
Düzenleme: 10.06.2023 08:03
167
A+
A-

Çalışmalarını uzun yıllar Fransa’da sürdüren araştırmacı-yazar Mahir Konuk, toplumsal konuşlanmalar, sınıf mücadelesi, halk, neoliberal barbarlık, demokrasi, seçim, muhalefet, aydın ve sanat gibi çeşitli konulardaki sorularımızı yanıtladı. 

– Liberal faşist diktatörlükler dönemine girdiğimizi yazıyorsunuz. Seçim ve demokrasi bu “liberal faşist diktatörlük” rejiminde nasıl bir rol oynuyor? 

MAHİR KONUK – “Neo-liberalizm” karşılığı olmadan para basmaya denk bir düşünme ve eyleme biçimidir. Size “sınırsız özgürlük” ve bireyin sadece kendi kendini ve “sınırsız geliştirmesini” vazeder, ama bu “özgürlüğün” ve “kişisel gelişimin” sunulan somut imkânlar anlamında toplumsal hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Aksine, toplumsal, “kamusal” alan son yarım asırdır gözlemlediğimiz üzere devamlı ve metodik bir şekilde imha edilmektedir. Neo-liberal ideoloji ve siyasetin topluma bakışı, köşeye sıkıştırılmış bir vahşi hayvan gibi kendi hikâyesinin sonuna erişmiş kapitalist sistemin topluma bakışı ile örtüşmektedir.

Böylece “özgürlük” ve “gelişim” toplumsal ve kamusal zenginlikler alanında kendi karşılıklarına dönüşür: “Özgürlük” dediğimiz şey, yoğun ve yoğunlaşmaya devam eden, amacı toplumsal ve kolektif olan ne varsa imhaya yönelen, yaygınlaşmış bir diktatörlük hali; ancak “toplumsal” bir nitelik olarak düşünüldüğünde anlam taşıyabilen “gelişme” olayını, “kişisel kariyer” biçimine dönüştürerek ortadan kaldırmak. “Liberal faşizm”, işte bu düşünme ve eyleme biçiminin siyasal alanda aldığı addan başka bir şey değildir. 

Biz bu “diktatörlük” halini “faşist” nitelemesini tercih edip tanımladığımızda, başlangıçta, “Hani nerede ‘ırk’, ırkçılık?” diye hafife alınmıştı ve “kavram kargaşası” yaratmakla suçlanmıştık. Oysa ki ırkçı düşüncenin öncülerinden olan Fransız Arthur de Gobineau’dan haberi olan ve Nietzsche’nin Nazi versiyonunu bilen herkes, faşizmin biçimlendirdiği toplumsal ilişkilerde hiyerarşinin “birey” merkezli olup, “kazanan üstünler” (Winners) ve “kaybeden zayıflar” (Losers) olarak biyolojik özelliklere kadar geri götürülen kriterlerden itibaren kurulduğunu rahatlıkla görebilir. Bugün belki, Türk, Kürt, Fransız, Alman gibi “üstün ırklar”dan bahsedilmese de, “üstünlerin (Winners) ırkından” bahsedilebilmektedir. Tıpkı azılı bir liberal faşist olan Macron’un kamusal alanda “başarısız” olarak gördüğü kendi halkından bireyleri “HİÇ” olarak nitelemesinde olduğu gibi… Zaten “küreselleşmiş kapitalizme” en uygun olan biçim de bu değil midir? Günümüzün “oligarşik yönetimi” kapitalizmin gelişimine uygun olarak ancak “liberal faşist” bir iktidar biçimini alabilirdi: Nitekim öyle de oldu…

RANT GETİREN KURUMLAR

“Demokrasi” ve “seçim” konusuna gelince… Bu iki terimden seçim “özgürlük” ve demokrasi de “ilerleme”nin karşılığıdır. Bu yüzden siyasi eylemin bu iki unsurundan, en azından bu aşamada, liberal faşist iktidar yapılanmaları vazgeçememektedir. Hele de emekçi kitlelerin “doğrudan demokrasi” düşüncesini sahiplendiği günümüzde! Bu, sadece ve sadece şekilde de olsa “zebanilerin” elindeki yerleşik düzen ve siyasi iktidarla emekçi halk arasındaki bütün iletişimin henüz kopmadığı anlamına gelecektir. Onlar yine de net bir şekilde çizilmiş siperlerin açılmasını itina ile önlemeye çalışmaktadır. Örnek olarak söylüyorum, günümüzde bunu ne AKP iktidarı ne de Macron’un sözcülüğünü yaptığı Fransız liberalleri göze alabilmektedir…

“Demokrasi” ve “seçimler” neo-liberal ideolojiyi toplumsallaştırarak yaygınlaştırmanın aracı görevini gördüğü müddetçe, liberal faşist iktidarlar için “rant getiren kurumlar” olarak işleme sokulacaktır.

– Kitaplarınızda geniş örneklerle liberallerin neoliberal dönemin faşist rejimini nasıl yerleştirici bir rol oynadığını irdeliyorsunuz. Bu “militanlar”, kamuoyunu bu kadar nasıl belirleyebiliyor? Koşulların rüzgârı mı yardımcı oluyor?  

MAHİR KONUK- “Militanlar” derken, eğitim ve öğrenim düzeyinden dolayı “emekçi halkın” okuyamadığını okuyan, bilemediğini bilen, yazamadığını yazan ve çoğunun bu becerisi Türk burjuvazisi içinde “babadan oğula” geçen, ünlü Fransız sosyoloğu Pierre Bourdieu’nün deyimiyle “Les Heritiers” yani “Mirasyediler” olan kesimden bahsediyoruz sanırım. En azından ben öyle anlıyorum. Mesela, “Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” (2023) adlı son kitabımda sergilediğim üç yazar gibi… Bunların sınıfsal kökenlerini incelediğinizde, Türk burjuvazisinin bir kanadından moda ve dominant olan bir diğerine “yatay geçiş” yaptıklarını gözlemlemek çok kolay bir egzersiz olacaktır. Zaten bunu saklayıp gizledikleri yok ki: Pamuk’un her nedense herkesin alkışladığı “Babamın Bavulu” adlı ödül konuşmasına bir göz atmak bile yeterli olacaktır… Bu “militan” –ki ben özellikle de A. Altan’ın şahsında “tetikçi” demeyi tercih ederdim- zevatın Fransa’da veya diğer ülke entelijansiyasında olduğu gibi “solculuktan “neo-con”culuğa” doğru bir kariyer sıçraması söz konusu olmakta… Bunun yanında kendilerine “militan” tüyleri takınmaya devam eden ve “devrim ağaları” olarak adlandırdığımız sözüm ona “bedel ödemiş” zevat da “değnekçilik” yapmakta…

Bunun yanında bugün, tıpkı “emekçi halk muhalefetinin” kurumsal “sahte muhalefetten” ayrılma sürecine bağlı olarak ele aldığımızda tespit edebileceğimiz gibi, başlıca amacı karşı-devrimcilik ve özellikle de anti-komünizm olan bu “çürükler takımının” ipliği pazara çıkmış durumda. Eğer bir tarih vermek gerekirse bu yeni sürecin Türkiye’deki başlangıcı 2013 Haziran ayaklanması, Fransa’dakinin ise 2016 “Nuit Debout” hareketidir. Beyoğlu’nda önü isyancılar tarafından kesilen Murat Belge’ye bir isyancının “Fiyatın neyse verelim bize de yaz!” demesi, bence start fişeği niteliğindedir. Enteresan olan olgu, Nuit debut hareketinde Finkelkraut adlı azılı “liberal faşist”in tükürük yağmuruna tutulması olayı ile Fransa’da da yaşanmış olmasıdır… 

“DURARAK GERİLEYENLER” VE BUGÜN: “TOPAÇLAŞMAYA” TEPKİ  

– Türkiye, hatta Vietnam sonrası dünyaya bakalım. 70’lerde durarak gerileyenleri görüyorduk. Toplumsal ilerlemenin önünde “ille de ve hemen demokrasi” belgisi altında duranlar, yani sosyalizmin acil görev/imkân olmadığını, önce demokrasi diye bir aşama gerektiğini ileri sürenler, solu çözdüler. Gorbaçov bu zeminde “başarılı” oldu. Bu zihniyet sosyalizmin bir devlet yapılanması olarak (“reel sosyalizm”) Avrupa’dan kazınmasını sağladı.  Durarak, sadece gerilemek mümkündür. Durum, yarım asır içinde tamamen tersine döndü.  Siz bugün tekelci kapitalizmin oligarşik şiddetine “liberal faşist diktatörlük” diyorsunuz ve küresel bir rejime dönüştüğü saptamaları yapıyorsunuz. Hatta böyle bir tehdit altında (“topaçlaşma”) ise “Durmak, bu topaçlaşma sürecinde devrimci bir ilk adımdır” diye özetleyebileceğimiz bir saptamada bulunuyorsunuz. “Çıkış Hattı” kitabınızda ayrıntıları var. Ne oluyor, nereye gidiyoruz?

– Soru önemli, çok önemli! O kadar önemli ki, bize liberal faşizmin hükümran olduğu dönemin kilometre taşlarını veriyor… Mesela, “demokrasi” kılıcının “toplumsal ilerlemenin en üst biçimi” olarak pazarlanması, siyasal yıkıcıların en keskin kılıcı olması gibi… “Neo-liberal” ideolojinin demin ele aldığım “özgürlük” ve “demokrasi” temaları arkasında bireysel ve toplumsal zamanın hızlandırılması olgusu var. Bir Fransız sosyolog, Nicole Aubert, bunu etüt etmiş ve ben de “Oluş Sorunu”nda irdelemiştim… Bu aynı zamanda “winner”in hiperaktif bir profile sahip olmasıyla kültürel bir mesele de olmuş oluyor. “Pudra şekerinin” yani kokain kullanımının bu güruh içinde hızla yaygınlaşmasının nedeni de bu değil mi? Sol liberal söylemin emekçi kitlelerle kucaklaşan sol taban üzerindeki ideolojik etkisini yaratan da bu “hareket” ve/veya “demokratik ilerleme” illüzyonu değil mi?  Bütün amaç nihayetinde ideolojik: Kurgu yoluyla bir “ilerleme” illüzyonu yaratarak, “toplumsal ilerleme”nin ilericiliğini sıfırlamak! Doğal olarak “DURMAK” veya “Denge ve Devrim”de işaret ettiğim gibi “DENGE” aramak, bu durumda yerleşik düzenden kopmak anlamına gelmektedir. Çünkü böylece yerleşik düzenin illüzyonunda ve kurgusal gerçekliğinden koparak şimdiki zaman kesitinde maddi gerçekliğin somut zaman-mekânına geçmek anlamına gelir, “Çıkış Hattı”nı işaret etmek anlamına gelir… 

Ben sosyalizmi veya “sosyalist gerçekliği” yaratılmış (kurgulanmış) bir şey olarak değil ama yaşanmış ve yaşanmakta olan bir hayat ve toplumsallık biçimi olarak görüyorum. Komünizm, bugünden ve en zor şartlarda hayatımıza sokuşmuş bir yaşam ve davranış biçimi olarak düşünce ve özellikle de eylemimizde var olmalı, “gelecekte bir çaresine bakacağımız bir şey” olarak tasavvur edilmemeli… Zaten günümüzde komünizme her zamandan çok yakın değil miyiz? Hem Haziran İsyanı ve hem de Fransa’daki Sarı Yelek isyanı bunun biçimi olarak bütün “öncü” konumundaki sol ve sosyalistleri “toplumsal ilerlemede” nal toplar duruma getirmedi mi? Bence günümüzdeki komünistlerin ve özellikle de aydın ve okur-yazar olanların ilk adımı, problem tanımı yapmayla yetinmeyip, problemlerde zaten kendisini belli eden “çözüm aramaya” girişmesi olmalıdır. Benim “akademik” çerçevede gerçekleştirdiğim bütün gözlem ve araştırmalar, toplumsal meseleleri öznelerin eylemleriyle işaret ettiği ama kavramlaştıramadığı çıkış hattına bağlı olarak tanım yapmayı amaçlamıştır…

MAĞDURİYET SİYASETİ VE ANTİKOMÜNİST PROPAGANDA

– Çalışmalarınızda ciddi bir uyarı da yer alıyor: Mağduriyet. Bu, günümüz sınıflı toplumlarında çok etkili bir siyaset yapma mekanizması gerçekten de… Sola tuzak gibi görünüyor. Görüşünüz nedir? Gerçekten mağduriyet propagandasıyla sosyalist bir siyaset yapılabilir mi? Yapılamazsa neden?

MAHİR KONUK – Mağduriyet konusu, neo-liberal ideolojinin en keskin kılıçlarından bir diğeri oldu, özellikle de 1980 sonrası dönemde. Birçok bağ ile toplumsal gerçekliğe bağlanan bu konu sırf bu yüzden belki de başa çıkılması çok müşkül bir mücadele alanı oldu komünistler için. Mesela, cinsiyete, azınlık bir etnik grup veya milliyete ait olmaktan doğan mağduriyet gerçekliğine ve bu gerçekliği etinde ve kemiğinde hisseden mağdurların çektikleri acıların son bulması için gösterilen çabaya, kim karşı çıkabilir ve geçmişte ihmal edilmiş bu konularda sorgulayıcı olmaya cesaret edebilir, veya etme cesaretini gösterdi? 

Bunun yanında, günümüzde mağduriyet konusunun, çözümü yapısal toplumsal değişiklikler gerektiren mağduriyet halinin gerçekliğinin yaşadığımız dünyada bir başka karşılığı daha bulunmakta: “Mağduriyet” veya “mağdur”, tıpkı “işgücü” gibi, alınıp satılan bir meta, yerleşik liberal faşist iktidarlara en azından bir müddet de olsa faydalı olup iş gördüğü müddetçe “mağdur” kişiye özel bir statü de kazandırabilen ve “sübvansiyonlar” üzerinden “rant getiren” bir yatırım alanı oldu. Tabiidir ki bunun da bir şartı bulunmakta: Mağduriyetleri sürekli yeniden ve altından kalkılamaz hale getirerek yaratan ve toplumsal yapılaşmayı oluşturan “toplumsal sınıf” gerçeğini, bu neo-liberal dönemin en büyük tabusunu, asla ve asla “mağduriyet” olaylarıyla ilişkilendirmemek ve anti-komünist propagandaya “mağduriyeti” ile omuz vermek veya onun doğrudan bir parçası olmak… 

Diğer bir ifade etme biçimiyle, en büyük mağduriyetin “sınıf mağduriyeti” olduğu gerçeğini bir varoluşsal tabu olarak ağzına almamak, alanları karalamak, anti-komünist kampanyalarda en önde mücadele etmek… Bunun en mükemmel örneği, Ruanda halkına uygulanan jenosidin aktörlerinden birisi olduğu söylenen Bernard Kouchner (bu dönemde Fransa dışişleri bakanıydı) adlı birisinin, “Kürdistan Vatandaşı” olmak için henüz bağımsız bir devlete bile sahip olmayan Kürtlere başvurması komedisi oldu…

Son olarak şunu da belirtmek gerekiyor: Liberal faşist siyasetçi ve ideologların, insanlığın önünde sınıf mücadelesinin bir parçası olarak çözeceği mağduriyet hallerine, başka bir biçimde de olsa sahip çıkılması gerektiğini de unutmamak gerekmekte. Neo-liberal perversiyonun (sapkınlık, suiistimal etme), panzehri mağdurların çalabileceği kapılardan birisi hatta en önemlisi olabilmeyi gerekmektedir. Mağduriyet halleri, sınıf mücadelelerinin hallerinden biridir. Bu konuda ben kapitalist sistemin devasa bir “kara deliğe” dönüştüğü bu dönemde, her türlü mağduriyetin arttığını bu nedenle yeterli bir sahiplenmenin de önem kazandığını düşünüyorum…

ROL MODEL? AHMET ALTAN, ORHAN PAMUK VE ELİF ŞAFAK

– Yeni bir kitabınızı üç romancıya ayırdınız. Ahmet Altan, Orhan Pamuk ve Elif Şafak. Buna neden gerek duydunuz? Ne gibi sonuçlara vardınız? Yani romancının dünyasıyla yaşadığımız sahte kurgu arasında ne gibi bir neden-sonuç ilişkisi ortaya çıktı? Bu yazarlar, böyle şeyleri “postmodern kurgusallık içinde bireyin kendisini toplumsallıktan koparması için” mi yazıyorlar gerçekten? Başarılı oldular mı sizce? Örneğin, liberal faşizmin tetikçisi Ahmet Altan nasıl bir etki yaratabildi? 

MAHİR KONUK – Amacım, ne bir edebiyat eleştirmeninin yerini almak ne de daha önce yapılan bu üç romancı yakındaki eleştirileri “kadük” ilan etmekti. Ben bu romancıların yapıtlarını ve oradaki “kahramanları” (personaj) belli bir tarihi kuşağın özneleri olarak, tıpkı bir sosyoloğun deneklerinin sözlerine kulak verip davranışlarını gözlemlediği gibi ele alıp analiz etmeye çalıştım. Bu üçünü seçmemin başlıca nedeni de yarattıkları stereotiplerin özel ve boğucu çirkinlikler ortaya saçmasını yakın çevremde gözlemlemiş olmam… Okuyuculardan gelen izlenimlere bakılırsa, kimsenin her nasılsa alışık olmadığı bir eleştiri biçimi çıktı ortaya. Ama benim amacım yeni bir “eleştiri türü” yaratmak filan da değildi; neo-liberal ideolojinin toplumsal ilişkileri, kendisi de nihayetinde bir “toplumsal ilişki” olan aşk ilişkisinden çıkarak nasıl yapılandırdığını gözlemlemekti. Bu gözlemler bana böylesi bir yapılanmayı bireysel ve toplumsal boyutlarıyla tanımlama imkânı sağladı…

“Kurgu” meselesine gelince; bu iş için ille de romancı olmaya gerek yok. Mesela, bir sosyoloğa “deneklik” yapan bir bireyin söylemi de, kendi iç ve dış dünyasının nasıl yapılandığı konusunda diğerlerinden farklı bir bilgi verdiği ölçüde bir “kurgu” ürünüdür. Ama bir “deneğin” hikayesinin kurgusu başkalarının katılımıyla oluşan somut bir olayla doğrudan ilgili olduğundan, başta ve sonda bir “maddi gerçekliğe” sahiptir. Oysa bir romancının kurgusallığı, onun ideolojisi ve siyasi anlayışıyla doğrudan belirlenecektir. Yani romancı başta ve sonda bir ideolog ve siyaset adamı olarak kurgular ve bu anlamda okuyucu tarafından toplumsallaştırıldığında “stereotipler” (basmakalıp tipler) yaratır. İşte beni harekete geçiren de bu “stereotipleri” çevremdeki bireyler üzerinden gözlemem oldu. Roman, bence, çok etkileyici bir ideolojik mücadele silahıdır. Gençliğinde “Marksist” ve müdavim bir “Sartre” okuyucusu olarak konuşuyorum; 18’imde okuduğum “Bulantı”nın (“La nausee”) erkek kahramanının profili hâlâ belleğimdedir. Romanın ideolojik bir silah görevi de görebileceği deneylerimle de sabittir yani…

Ahmet Altan’ın ve diğerlerinin etkisi “aşırı bireyleşmenin” entel çevrelerin birçoğuna nüfuz edebilmek için bir “davranış kuralı” olduğu bir dönemde, bütün toplumsal değerlere ve hiçbir ayırım yapmadan saldırması ile belirlenir. Ahmet Altan bu işi kendi roman kahramanları gibi “alçakça” yapar; Elif Şafak geçmişin değerlerine sahip çıkar görünerek “post-modern” yazarlara yarışırcasına “haince” yapar; Orhan Pamuk ise bence mükemmel bir burjuvalık örneği sunarak neo-liberal ideolojinin ayyuka çıkardığı “toplum düşmanlığını” işinin erbabı bir fahişenin yaptığı gibi kendisine her durumda fayda sağlar şekilde yapar. Açıktır ki, ben bu biraz da “karikatür” içeren genellemeleri her birinin kendisine özgü kurgusallığından çıkarak ileri sürmekteyim, bu şahsiyetleri tanımam ve kişisel hayatlarına yönelik değil benim eleştirilerim…

– Neoliberal dönemin Türk edebiyatını nasıl görüyorsunuz? Esas alanınız edebiyat değil ama, yine de yaptığınız okumalardan bazı sonuçlar çıkarmış olmalısınız. Ahmet Altangillerin işlevi sizce ne?

MAHİR KONUK – Özel bir bilgi ve beceri de gerektiren bir düşünsel yatırım alanı olan edebiyat konusunda fazla bir şey söylemek istemiyorum, söylediğiniz gibi benim “alanım” değil… Ancak, bir toplumbilimci, bir insanbilimci gibi konuya yaklaşmaya çalışarak şunları söyleyebilirim: Hiçbir düşünsel ve artistik faaliyet alanı yoktur ki, salt “düşünsel” veya salt “artistik” olmakla sınırlı kalsın. Düşünceler, olgunlaşmaya başladığı zaman ağzınızdan veya kaleminizden belli artistik ritim ve melodilere dönüşerek, bir şarkının porteye dökülen notaları gibi çeşitli tonlarda ve tınılarda ifade edilir. Kendimden örnek verebilirim: Benim düşüncemi ritimleyen Nâzım’ın şiirlerinin olduğunu düşünüyorum… Bunun tersi de doğrudur: Bir şair, gözlemlediği ve belli bir şekilde bütünleşen olaylar dizinin kokusunu alıp, izini sürerek mısralarını sıralar, nakaratlarını kurar…

Neo-liberal ideoloji ve post-modernizm Türkiye mutfağında pişirilen bir yemek değildir; ama mesela Fransa’da pişen bir “post-modern” düşünce ve eyleme biçiminin kokusunu üç bin kilometreden alabilecek buruna sahip yaratıklarla doludur bizim ülkemiz. (Üstelik bu geleneksel bir meseledir de..) Dahası bu tabaka, “yemek tarifini” okuyacak kadar yabancı dil de bilmektedir… Bizim üç romancı bir ve aynı tarife belli motifler katmalarıyla birbirlerinden ayrılır. Ama söylediğim gibi aynı işlevi görürler: Emek ve emekçi düşmanlığını toplum düşmanlığı bulamacında “marine ederek” yaygınlaştırmak ve tabii ki “anti-komünizm çığırtkanlığı yapmak…

“ANALİTİK TERCÜMANLIK”, HALK VE AYDIN

– Aydın sahnede olan biteni nasıl bir “analitik tercümanlık” yaparak halka, halkı da aydın katmanlara anlatabilir? Analitik tercümanlığı günümüzde sosyalizmi hedefleyen sol siyasette nasıl anlamalıyız? 

MAHİR KONUK – “Analiz etme” işlemi son tahlilde gerçeği yalandan, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan, güzeli çirkinden ayırma faaliyetiyse, bu işin en kestirme ve aynı zamanda en emin yolu, entelektüel ve artistik faaliyetler alanında yaratılan her türde kurgusallık biçimlerini herkesin herkesle kendi toplumsal konumuna göre “izafi” bir biçimde paylaştığı toplumsal hayatın maddi gerçekliğine, onun nasıl zaman ve mekân içinde sürekliliği sağlanmış bir şekilde yeniden yaratıldığı olgusuna vurmak biricik yol bence… Bu yol, “kestirme” ve en “emin” yol olsa da aynı zamanda en kolay yol filan değildir. Öncelikle, komünistler olarak halk eğitimi konusunda özel bir pedagojik yaratıcılık sahibi olmanız gerekmektedir, bu bir. İkinci olarak, “aydın” dediğimiz kesimin öyle hemen pek de bu işin sevdalısı olmadığını bilerek, halk eğitimine “idareci” olarak değil ama “hayatın maddi gerçekliğini” herkes gibi bir paylaşanı olarak katılmasını sağlamak –ki, bu iş doğrudan siyasi faaliyete katılmakla eşdeğerdedir-. Üçüncü ve buna bağlı olarak, paylaşılan maddi hayatın doğru bir analizini yapmak gerekecektir –ki bu esnada zaten analitik bir faaliyet içine girmiş bulunmaktasınız…

Anlaşılacağı gibi, “Halk Eğitimi” meselesinin sosyalist-komünist çözümü, “Burjuva Aydınlanmacılığını” referans alan burjuva eğitim sistemi içinde çözülecek bir mesele değildir. Bu durumda, işe “öğrenci” konumunda bulunandan öğrenmeyle başlamak, çeşitli biçimlerde yürütülebilecek olan eğitimin ilk adımı olacaktır. Komünist muhalifler, var olan düzene entegrasyonu kolaylaştırmak için bir bilgi ve beceri aktarımı yapmakla yetinemezler. “Maddi hayat”ın gerçekliğine vurmak, onu ölçü ve “etalon” almaksa bütün mesele, “okulu” bu faaliyetin içine inşa etmek gerekecektir, saray inşa eder gibi “fildişi kuleler” filan dikmek değil…

TARİHSEL KOPUŞLAR, TOPLUMSAL DEVAMLILIKLAR

– Avrupa’daki toplumsal mücadelede, özellikle Fransa’da Sosyalist Parti ile Fransa Komünist Partisi’nin olumsuz rolüne dikkat çekiyorsunuz. Benzer bir olumsuz rengi CHP ve HDP ile mi görüyoruz? Fakat Fransa’da bir de Sarı Yelekliler kalkışması yaşanıyor. Bu tür hareketler sahte muhalefetten rol çalabilecek güçte mi gerçekten? Türkiye’ye bu hareketler nasıl yansıyacaktır veya Türkiye’deki gelişmeler Fransa başta olmak üzere Avrupa’ya nasıl yansır?

MAHİR KONUK – Her şeyden önce şunun belirtmemiz ve üzerinde düşünmemiz gerekmektedir: Sermayenin küreselleşmesiyle birlikte eş zamanlı olarak, belki de insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş tarihsel kopuşlar ve evvelce ancak hayalini kurabileceğimiz yeni tarihsel ve toplumsal devamlılıklar ortaya çıkarmaktadır. Bunun en somut göstergelerinden birisi de, dışardan “öncü” konumunda olan radikal devrimci siyasetlerin müdahalesi olmadan dünyanın birçok ülkesinde birden “devrimci durumların” ortaya çıkmasıdır. Ve hatta Haziran Ayaklanmasında yaşadığımız gibi, kendiliğinden gelişen ve yerleşik düzenden ve iktidar biçiminden radikal kopuşun birçok unsurunu taşıyan duruşuyla köktenci halk hareketi, “mesleği profesyonel devrimci” olan birçok yapılanmayı “nal toplar” bir konuma itmiş bulunmaktadır.  Bu çok yeni ve siyaseten ifşa edici bir olaydır ve emekçi halk kitlelerinin sadece maddi şartların determinizmine göre değil ama öznel şartların volontarizmine göre harekete geçtiğinin göstergesidir. Fransa’daki “Sarı Yelek” isyanı, emekçi halk kitlelerinin bütün ülkeye yayılan bir “irade” gösterisinden başka bir şey değildir.

“Sarı Yelek” hareketi gibi bir hareketin (2018), örneğin Türkiye’ye yansımasına gerek yoktur; çünkü bu hareketin bir benzerini biz kendi ülkemizde beş yıl önce (2013) Haziran ayaklanmasıyla yaşadık. Ama şu artık mutlak bir gereklilik haline gelmiştir ki, kendi kaynaklarından neredeyse eş zamanlı olarak fışkıran bu akarsuların birleşerek bir deniz oluşturması gerekliliği insanlığın gündemine yeniden “Dünya Devrimini” getirmiş bulunmaktadır. Böylesi, palavradan radikallerin “spontane” hareketler diye burun büktüğü bu hareketleri doğuran sınıf mücadelesi dinamikleri, epeydir alışılmış siyasi muhalefeti de parçalayarak ikiye ayırmış bulunmaktadır: Yerleşik düzenin bir parçası olan “kurumsal” veya “sahte” muhalefet, düzen değişikliği talep eden “devrimci” halk muhalefeti. 

Bu ikiye ayrılmış muhalefetin siyasi talepleri de karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır: Burjuva parlamentarizmde devam ve daha da güçlendirme; doğrudan demokrasinin kurulup yerleştirilmesi. Fransa’da Sosyalist Parti ve FKP, Türkiye’de  ise CHP ve HDP, azılı düzen partileri olarak birinci tip muhalefeti oluşturmaktadır… 

MAHİR KONUK KİMDİR?

Dr. Mahir Konuk, 1954 doğumludur. Ömrünün kırk yıldan fazlasını öğrenci olarak gittiği Fransa’da geçirdi. Hayatını “sosyal hizmet görevlisi” ve “rehber öğretmen” olarak kazandı. Zaman zaman üniversitede “öğretim görevlisi” ve kendi meslek dalında “formatör” olarak da çalıştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde sosyoloji lisansını, Paris 8-Denis Diderot’da da yüksek lisansını tamamladı. Konuk,  doktorasını “Bir Gençliğin Kaderi” başlıklı teziyle eğitim bilimleri dalında gerçekleştirdi. 

Mahir Konuk yaklaşık son otuz yılını “birey ve bireysellik sorunu” ve “kriz” konularında araştırmalar yaparak geçirdi. Fransızca yayımlanmış bir kitabının yanı sıra Türkçe olarak da son yıllarda art arda yayımladığı kitapları vardır: “Denge ve Devrim-Bireyselliğin İnfilakı” (2018, “Çıkış Hattı -Nasıl Yapmalı?” (2020), “Oluş Sorunu-Ne Yapmalı?” (2021),  “Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” (2023).

Dr. Konuk’un ayrıca ortak kitaplarda ve dergilerde yayınlanmış makaleleri ile bilimsel kolokyumlara sunduğu bildirileri de bulunuyor. 

OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT

GÖRSEL: ÖMER YAPRAKKIRAN