Dinçer Güçyeter ve ilk romanı: “Bizim Almanya Masalımız”
Federal Almanya’nın Leipzig kentinde, uluslararası kitap fuarında, 2023 yılı kurgusal edebiyat (Belleristik) alanında verilen ödülü “Unser Deutschlandmärchen” (Bizim Almanya Masalımız) adlı romanıyla Dinçer Güçyeter kazandı.
Güçyeter, 2022 yılında da Federal Almanya’nın şiir (Lyrik) alanında en saygın ödüllerinden biri olan Peter-Huchel-Preis’ı “Prensim, Ben Gettoyum”, (Mein Prinz, ich bin das Gettho) adlı eseriyle kazanmıştı.
Dinçer Güçyeter 1979 yılında Nettetal’da, 1965 yılında Federal Almanya’ya göç etmiş bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Federal Almanya’da 2000 yılında meslek okulunu (Werkzeugmechaniker) bitiren Güçyeter, 2012 yılında Elif Verlag’ı kurarak yayıncılığa başladı. Bir firmada kısmi mesai yaparak forklift (motorlu istif makinası) kullanarak hayatını kazanmaya çalışan yazarımız, yayıncılıktan da gelen enerjisiyle edebiyat mücadelesini sürdürmektedir. Dinçer Güçyeter’in ayrıca, 2012 yılında “Ein Glas Leben”, “Anatolien Blues”, 2017 yılında “Aus Glut geschnitzt” adlı yayımlanmış şiir kitapları da bulunmaktadır. Güçyeter’in kendi yazıp yönettiği “Annemin Almanya Masalı” adlı tiyatro oyunu da, Federal Almanya’nın çeşitli kentlerinde sahnelenmiştir.
ÇOKSESLİ ANLATI
Roman, aile bireylerinin kendini anlattığı, yazarın da araya karıştığı çoksesli bir anlatı haline gelmiş. Yazar, anlatısını çeşitli edebi türlerle örmüş: Monologlar, diyaloglar, tiyatro metinleri yan yana dururken; imgesel, şiirsel, mitsel, masalsı anlatım kullanılmış, kullanılan fotoğraflarla , gerçekliğe kucak açılmıştır.
Roman, ağırlıklı olarak olay örgüleriyle değil, karakter analizleriyle yazılmış. Nine, anne, baba ve akrabalar romanda yer almışlar. Çalışma, kadın, emeklilik, ölüm, adalet, eşitlik kavramları sorgulanmış. Güçyeter romanda, annesinin, babasının, kendisinin nasıl çalıştığını, nasıl para kazandığını, çalışma hayatının güçlüklerini, engellerini, fazla çalışmanın gereksizliğini göstermeye çalışmış. Federal Almanya’daki yaşamın sorgulanışı, “biraz para biriktip gidecektik” düşünceleri, bitmeyen istekler, yaşamı kaçırmak, para kazanayım derken kaybolan yaşamlar.
Yazar romanında, Kaan Arslanoğlu’nun deyimiyle, “Sıradan insanların büyük ruhlarını anlatıyor.”
Dinçer Güçyeter romanında annesini özellikle öne çıkarıyor. Annesinin, kadınların yüklendikleri yükü anlatıyor. Ninesi Hanife hayata gözlerini Yunanistan’da açmıştır. Hanife, eşini savaşta kaybetmiş, yaşamında bin bir güçlükle karşılaşmıştır. Annesinin kendi işyerlerini temizliğe gitmesi, firmada çalışması, çocuk büyütmesi, ev işleriyle uğraşması: Kadınlar aşağı, kadınlar yukarı, bir rahat yok çalışan kadınlara günyüzünde.
ANNE UYAN ARTIK!
Yazar, romanında annesiyle duygusal bağlar kuruyor, onu ödüllendirmek istiyor, annesine olan sevgisini satır aralarında sezdiriyor. Çalışmak, bir ev almak, çocuk doğurmak, görevlerini yerine getirmek. Zor şartlar altında yaşayan bir anne. Anne, emek veriyor, mücadele ediyor, oğlu her şeyi görüyor. Oğul artık dayanamıyor: “Anne uyan artık!”
Roman bize kadın teması olarak, kadında insani olanın bulunması, sorular açılması bakımından bazı olanaklar getiriyor: Sorunlar kişisel mi, toplumsal mı? Kadının çalışması engellenmeli mi? Ya da kadının aynı günde birçok iş yapması normal mi? Ölçü nerede? Kadınların çalışma şartları, adaletsiz işbölümü, eşitsizlik, yazarın kafasına yatmıyor, isyan ediyor.
Öte yandan, evin en yaşlı erkeği, iş bulmak, ailesini geçindirmek, korumak zorunda, sorumluluk üstlenmelidir. Ancak, Federal Almanya’da göçmen kökenliler arasında başka bir anlayış var: Türkiye’deki muhafazakâr çevrelerde geçerli olan kadın çalışmaz “genel geçer”i, Federal Almanya’da pek işlemiyor, bir “az olma” durumundan olsa gerek “değer yargıları” kırılıyor, kadınlar çalışıyor, hatta sırtlarına fazla yük alıyorlar. Yazarımız bu fazla “yük”e itiraz ediyor.
Çalışma şartları, çalışılan firmaların kapanması, yapılan ek işler, işyeri açma çabaları, çekilen kredi borçlarının ödenmesi hiç de kolay değildir. Asıl zorluk, sınıf atlama çabalarının görüldüğü yerlerdedir: Göçmenlerin Federal Almanya’da yeni bir işyeri açıp başarılı olma şansı pek yoktur. Çünkü, ülkede ticaret şirketleri çok büyüktür, zincir halindedirler, küçüklere pek yer kalmaz. Geriye kalan sadece, göçmenlerin ülkelerinden getirdiği, geleneksel işler vardır: Dönercilik, simitçilik, baklavacılık, pizzacılık, dondurmacılık vb… Anlatılanlar, Federal Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli işçi sınıfının ayakta kalma mücadelesidir. Sınıf kavramının açılması, ete kemiğe büründürülmesidir. Varolmak için yoksunluklarla savaşmaktır!
İKİ DİL, İKİ DÜNYA
Bir göçmen çocuğunun nasıl büyüdüğünü görmek: Okuldaki düşünceleri, duygularını hissetmek romanı ilginç kılan özelliklerden. Yazar, sevinçlerini, hüzünlerini, ilk kez İstanbul’a gidişini, Sezen Aksu, Cem Karaca, bazı şairlerle düşünsel tanışmasını şiirsel bir düzyazı ile anlatıyor. Güçyeter, çocukluğunu çocuk gözüyle anlatıyor. Tarihsel bir çizgi izliyor. Dili sade, anlaşılır, kurulan kısa tümceler romanı rahat okunur hale getirmiş. Anlatılan mekânlar hem Federal Almanya’da hem de Türkiye’de. İki dilin, iki dünyanın yaşantısı okuyucuda iz bırakıyor. Nedensellik bağını kurmak da okuyucuya kalıyor.
Yazar çocukluk anılarıyla sürekli geri dönüşler yapıyor. Annenin, babanın hayatı, gündelik hayattan çıkan sorunlarla anlatılıyor. Güçyeter, romanında çocukluğunda karşılaştığı gelenekleri, Şeker ve Kurban Bayramlarını, aşure günlerini anlatıyor. Çocukluğundaki imgeler: Çilek ve kuşkonmaz tarlaları, tatil yolculukları, özlemler, kimlik, vatan arayışları romana yansımış. Yazar, doğduğu yer olan Nennetal’ı da anlatıyor. Nennetal ile belki de en iyi bildiği yeri anlatıyor.
Hep çalışmayla devam eden yaşam, iş dışında başka bir sosyal hayatın olmayışı, ne dernek, ne sendika üyeliği, sadece çalışmak… Türkiye’de yapılan evler, emekliliği yaşayamadan, uçakların kargo bölümünde götürülen cenazeler… Çalışmayı ve yaşamayı nasıl anlamamız gerekiyor? Federal Almanya’da makinaların durmaması gerekiyor! Egemenler bizi çalıştıracak kişiler olarak görüyorlar, biz kendimizi etnik guruplar olarak tanımlıyoruz, hepimiz işçiyiz diyemiyoruz! Bir Alman işçi bile, önceleri Türkiye’den gelenleri öteki olarak görürken, günler geçtikçe, hepimizin aynı gemide olduğunu görmeye başlıyor. Çalışmanın ötesinde ne var? Belki de daha az çalışarak, daha fazla toplumsallaşabiliriz, doya doya yaşayabiliriz.
ÖLÜM VE DOĞA
Güçyeter, çalışma hayatını bu denli yoğun anlatırken, başka bir temaya ölüm ve doğa temasına geçiyor. Yazar, olan bitenleri, toplumsal olayları edebiyata getiriyor: Solingen, Mölln, Sivas, Keup Caddesi-Köln katliamları, toplama kampları… Yazar, ölüm temasını kurbanlıklar, kaplumbağa imgeleriyle üst üste bindiriyor. Kurban Bayramlarında yaşanan travmalar, yanan ormanların ölümü. Her yerde ölüm var: Canlının ölümü, doğanın ölümü, bir yok oluş…
Federal Almanya’ya sadece çalışmak için gelmiş insanlar neden öldürülür? Yaşamak bu kadar güç mü? Romanda, iki ayrı ülkede yaşayan insanların niçin öldürüldükleri de sorulmuş, yazıya dökülmüştür. Ezilenlerin, öldürülenlerin, yakılanların tarihi, öteki düşmanlığının tarihidir. İstenen, etnik kimlikler arasındaki kavganın derinleşmesi, “öteki”nin horlanmasıdır. Geriye kalan, birbirine soğuk, birbirinden uzak işçi kitleleridir.
Çalışmak… Çalışmanın ötesinde ne var ki!?
Ne demiş Cemal Süreya? “Şair dünyaya dil içinden bakan adamdır.”
Kendisi de bir şair olan Güçyeter, işte tam bunu yapmış: Almanca yazdığı romanın içinden iki ayrı dünyaya da bakabilmiş.
İLHAN AYER – HAGEN
FOTO: Amrei-Marie / CC BY-SA 4.0