Bir demokrasi olarak 12 Eylül: Alman pastasının kreması

Bir demokrasi olarak 12 Eylül: Alman pastasının kreması
Yayınlama: 12.09.2023
Düzenleme: 12.09.2023 21:42
165
A+
A-

12 Eylül bitti mi? Avrupa’dan bakıldığında da görmek kolay. Bitmez. Çünkü iki taraf da bunu istiyor: Türkiye’nin yönetenleri de, bunların göbeklerinden bağımlı olduğu Avrupa’nın sahipleri de… 

Sonuçta, bulunmaz bir demokrasiydi: Zenginlerin demokrasisi.

12 Eylül’den söz ediyoruz.

43 yaşını dolduran bir cürümden.

Hani şu Türkiye halkının yüzde 92 ile, demokratik Batı’nın da somurtuk yüzler ve galiz ifadelerle ama içinden güle oynaya onay verdiği, parayla desteklediği bir cürümden…

Bir Amerikan oyunu olduğu sanılan, ama işin içinde ve/veya arkasında Avrupa’nın en güçlü sosyal demokrat partisinin (SPD) de olduğu bir “gereklilik” idi bu.

12 Eylül 1980’de, bundan 43 yıl önce yani, Türkiye’de anarşik ortamı düzenleme bahanesiyle generaller iktidara el koydu. Herkesin görünürde ve “lafzen” karşı olduğu, ama herkesin “ister istemez” desteklediği bir oyun sahnelenmeye başladı. Esas amaç, Türkiye’de bir sosyalist hükümet kurulması ve Afganistan-İran-Türkiye hattında, o dönemdeki dünya egemenlerinin belini kıracak bir dönüşümü engellemekti. 

Türkiye’deki bir sol hükümetle her şeyin değişebileceğini gören Türk ve dünya egemenleri dünya kapitalizmini kurtarmak, Doğu Bloku’nu, yani Avrupa’daki sosyalist hükümetleri tarihten ve coğrafyadan kazımak için buradan harekete geçtiler. Bunun için de öncelikle Bonn Cumhuriyeti’ni ve onun sosyal demokrat ağırlıklı hükümetini devreye soktular. 

Başarılı oldular. Bugün Türkiye 12 Eylül’ün tüm sonuçlarını yaşıyor. Sosyalist dünya ise tarihe karıştı.

Uzun hikâye. Baskısı tükeneli çok olan “12 Eylül-Bir Alman Pastası” kitabımızda ayrıntı ve gerekçeleri var. 

Peki…

Sorumuz, bunca yıl sonra şu olmalı: Türkiye’nin göbeğinden bağlı olduğu Almanya Avrupası, gerçekten de bu askeri müdahaleye, iktidarın generallerce gaspına karşı mıydı? Lafzen, öyle. Ağızlardan çıkan küfürlerin ve okunan lanetlerin bini bir paraydı, biliyoruz. Türkiye’deki işkencelerin, 650 bin kişinin “tezgâhtan” şu veya bu biçimiyle geçirilmesinin, idamların kabul edilemez olduğunu en çok Avrupa başkentlerinden duyduk. Dönemin Bonn Büyükelçisi Vahit Halefoğlu, çok sonraları, yukarıda sözü geçen kitabımızda da var, 1979 ve 1980 yıllarında “Federal Meclis’te sosyal demokrat vekiller yakamıza yapışıyor ve Türkiye’deki terör ortamına ordunun ne zaman son vereceğini soruyorlardı?” itirafından bulunuyordu. Washington’dan çok Bonn istiyordu bir askeri iktidarı. Çünkü, Türkiye, Avrupa’nın egemenlerine göre de “sol bir çıkmaz”da idi. 7 yıl önce, 11 Eylül 1973’te Şili’de denenen aşının, Türkiye’de yinelenmesi şarttı. Pinochet, Evren’in rol modeliydi.

Almanya Avrupası, Türkiye’de sosyalist bir iktidara göz yumar mıydı? SSCB etkisinde bir çemberin dünya kapitalist sistemini altüst etmesine, Afganistan-İran-Türkiye çemberinin tamamlanmasına, demokrasi adına, Avrupa sermayesi onay verir miydi?

Bu kadar aptal olabilirler miydi?

Değillerdi. Ama halkları ahmaklaştırabileceklerini biliyorlardı. İslamcı iktidarın “Buradan Ay’a otoban çektik” dese, bu saçmalığa inanacak halklar yaratabilirlerdi. 

Halklar sonsuza dek değil, ama belli araçlar kullanılarak, bazen yüzyıllar sürebilecek kadar uzun sürelerde, kendi çıkarlarının aleyhine politikalara destek vermek zorunda bırakılabilir. 

Bunlar önemli değil. Bilinen şeyler. 

Üzerinde düşünülmesi gereken mesele, 12 Eylül’ün bitmediği, hâlâ sürdüğü ve arka planında şu tip oyunların olabileceği fikri: Yönetilmez hale gelen “görece azgelişmiş ve merkeze bağlı” bir ülkeyi derleyip toparlayacak ve sermaye sınıfı için yeniden kârlı ve hesaba gelir bir formata sokacak tek güç, şiddet tekelini elinde bulunduran kurumdur. O kurum genelde ordudur. Eğer bu kurumu zenginlerden yana güçler ele geçirmişse, yoksul halklar kemer sıkmaya, çalışanların sendikasızlaştırılmasına, temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması gerektiğine ikna edilebilir. 

Halkı bir biçimde bu tür müdahalelere onay vermeye mecbur bırakmak gerektiğini biliyoruz. Bu, ancak metafizik şiddet biçimleriyle, başta da etnik ve dinsel ideolojilerle başarılabilir. 

Bu da önemli değil. Önemli olan, görece azgelişmiş bir ülkedeki faşist rejimin, o rejimi destekleyen merkezdeki emperyal/emperyalist başkentlere bir deterjan hizmeti vermesidir. Arka plandan destek verdikleri, resmi açıklamalarda sürekli “eleştirdikleri” faşist yönelimli askeri hükümetlerin, emperyal merkezlerdeki demokrasileri yıkadığını, temize çıkardığını görüyoruz. 

Sol bir hükümet isteyen politikacılardan, sendikacılardan, aktivist gençlerden kapağı Avrupa’ya, özellikle de Federal Almanya’ya atanlar, bu büyük oyunun sahiplerini övmek zorunda kaldılar. 12 Eylül oyununu kuran güçleri, “Türkiye’de demokrasiyi yeniden kurmaya” çağırdılar. 

AKP Türkiyesi 12 Eylül 1980 itibarıyla, daha doğrusu 24 Ocak 1980 tarihinde bir program olarak yürürlüğe girdi. 

Senaryo Türkiye’de yazılmıştı, ama ABD gibi Almanya Avrupası’ndan da onay alınmıştı. 

Kaçan demokratlar, tıpkı şimdilerde olduğu gibi, yıllarca tetikçilere (5 generale) küfredip onları bu senaryoyu uygulamakla görevlendiren güçlere “demokrasi” diye taptılar.

Kapatmak için ekleyelim: O zaman da, şimdi olduğu gibi, yönetemez hale gelen zenginler ve çok zenginler, yoksulları çeşitli dinler üzerinden uyuşturmak ve tevekkül sahibi kılmak zorunda olduklarını görmüşlerdi. Din, eğer etnik, kültürel, ideolojik veya demokratik yüzleriyle kitlelere kabul ettirilirse, ancak o zaman serbest piyasa ekonomisi ve demokrasisi ayakta kalabilirdi. 

Aydınlanmayı, cumhuriyetin ve yurttaşlığın direnme hakkı içerdiğini, laikliği ve emeğin en yüce değer olduğunu, sadece plancı, yabancı sermayenin kolunu koparan bir kamucu ekonominin içerideki çalışanların hakkını koruyabileceği fikrini tarihten kazımak gerekiyordu. Bunu yaparken de övülmek: Avrupa, odur. 

12 Eylül bu kazıma etkinliğinin diğer adıdır ve hâlâ sürüyor. Cürmün gerçek sahipleri, bizzat görevlendirdikleri tetikçilere küfrederek, bazen yargılayarak, halkları dinsel ideolojilerin kölesi ve sermayenin kulu haline getirebiliyor.

Çok mu sert ifadeler bunlar? 

Can Yücel’in, “Bizim memlekette…” diye başlayan ve “şeylerin ayıp da olsa gerçek adlarıyla anıldığını” ifade eden bir sözü var, galiba “Hâkim Bey” diye de biten…

Gerçekler acıdır. Kölelerin en acınası olanları ise sahiplerine veya cellatlarına âşık olanlardır. 

OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT