Avrupa’da ifade özgürlüğü çöküyor mu? “Perdeli, ambalajlı baskı çok daha tehlikeli”

Avrupa’da ifade özgürlüğü çöküyor mu? “Perdeli, ambalajlı baskı çok daha tehlikeli”
Yayınlama: 01.07.2025
6
A+
A-

Merkezinde Federal Almanya’nın olduğu “demokratik Avrupa’nın” düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, savaş karşıtlığı gibi konularda karnesi özellikle Ukrayna savaşından bu yana çok kötüleşti. Peki, “demokratik iktidar” ve onun “demokratik muhalefeti” bu karnenin farkında mı? Muhtemelen…

Ancak asıl soru şu: Türkiye’nin dış âlemle ilişkilerinde ana şalter konumundaki Federal Almanya, demokrasinin, özgürlüğün, sansürsüz medyanın mı ülkesi gerçekten? İlk bakışta öyle gibi görünebilir, ama sistem kendini tehlikeli akımlara karşı güvenceye alma adına hangi yöntemlere başvuruyor?

Uzun yıllardır gazetecilik yapan, geçmişte bir süre kurucularından olduğu Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) başkanlığını da üstlenen Işın Ertürk, Berlin’deki ilginç bir toplantı nedeniyle sorularımızı yanıtladı ve gerçeğin üzerindeki örtüyü Türkçeden bakarak kaldırmaya çalıştı.

– 3 Temmuz’da  Berlin’de ilginç bir muhalif medya toplantısı yapılıyor. Nasıl bir toplantı bu ve sizce neden buna gerek duyulmuş olabilir?

IŞIN ERTÜRK – Avrupa Birliği’nin eleştirel gazetecilere yönelik artan baskılarını ve bu yaptırımların demokratik sonuçlarını tartışmak üzere gerçekleştirilecek olan Almanya’nın başkentindeki bu buluşma çok önemli. “AB’nin ‘Hakikat Rejimi’ne Karşı Basın Özgürlüğü” başlığı ve “Çalışma Yasağı ve Toplumsal Dışlama: Alman Gazeteciler Rusya Yaptırım Listesinde. Ne Yapmalı?” alt başlığı her şeyi anlatıyor aslında.

HAKİKAT ÜZERİNE BİR EGEMENLİK SAVAŞI

Berlin’deki toplantı, yalnızca basın özgürlüğüne dair değil, Avrupa’da “hakikat” üzerindeki egemenlik savaşının nabzını ölçmek açısından kritik. “Hakikat rejimi” ifadesi, Fransız filozof Michel Foucault’nun iktidar ve bilgi arasındaki ilişkiyi analiz ederken kullandığı bir kavrama dayanıyor. AB’nin özellikle Ukrayna ve Gazze meselelerinde yürürlüğe koyduğu yaptırımlar örneğin Almanya’da muhalif bazı yayınların banka hesaplarının kapatılması, YouTube’da eleştirel içeriklerin algoritmik olarak görünmez kılınması, bu rejimin tezahürleri.

Etkinliğin aktörleri, yalnızca Almanya’nın değil, bütün bir AB’nin gazetecilik üzerinde kurduğu yeni baskı mimarisine karşı bir manifesto yayımlıyor adeta… Julian Assange’ın yıllar süren tutsaklığının, Wikileaks belgelerinin ve Edward Snowden ifşaatlarının Avrupa’da nasıl sistemli biçimde unutulmaya terk edildiğini anımsatıyor.

Yönetenleri de kızdıracağı aşikâr bu başkaldırı niteliğindeki buluşma, Avrupa’daki eleştirel gazeteciliğin nasıl sistemli biçimde kriminalize edildiğini ortaya koyan bir turnusol kağıdı aslında. Red Media’dan Hüseyin Doğru gibi gazeteciler, yalnızca Ukrayna savaşına veya Gazze’deki soykırıma dair farklı bir söylem geliştirdikleri için yaptırımlara uğruyor, banka hesapları kapatılıyor, seyahat hakları engelleniyor, toplumsal dışlanmayla karşılaşıyorlar.

AB’nin 13. Rusya yaptırımlar paketiyle ilk kez kendi yurttaşları olan gazetecileri hedef alması, ifade özgürlüğü söyleminin tamamen çöktüğünü gösteriyor. Hem bu gerilemeye tanıklık sunuyor, hem de Avrupa’nın kendine ayna tutması için cesur bir çağrı işlevi görüyor. Avrupa Birliği’nin kendi iç çelişkileriyle yüzleşmek zorunda kaldığı bir dönemin aynası. Almanya’dan Red Media, Avusturya’dan alternatif haber portalları, eleştirel analizleri nedeniyle kara listeye alındı. Bu durum AB’nin, “ifade özgürlüğü temel bir haktır” ilkesiyle açıkça çelişiyor. Evet, küçük bir direniş odağı gibi görünebilir. Ancak bu tür oluşumlar, Orwell’in 1984’ünde bile varlığını sürdüren “hakikat bakanlığı”na karşı insan vicdanının kalan son cephelerini temsil ediyor. Basın özgürlüğü yalnızca gazetecilerin değil, halkın gerçeklere ulaşma hakkıdır. Bu hak elimizden alınıyor.

“İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ BİÇİMSEL OLARAK VAR”

– Avrupa demokrasisinde son yıllarda medya çanları nasıl ve kimler için çalıyor sizce? Vidaların sıkıştırıldığı, yani farklı düşüncelerin ifade edilmesine karşı bazı yaptırımların uygulamaya girdiği duygusu aldatıcı mı? Yoksa var mı öyle engeller?

IŞIN ERTÜRK – Ne yazık ki aldatıcı değil. Avrupa demokrasisinde medya özgürlüğü tehdit altında. Örneğin Almanya, 2024’te Sınırsız Gazeteciler örgütünün sıralamasında ifade özgürlüğü açısından 21’inci sıraya geriledi. İstanbul merkezinden bakan sözde ilericilerin inanmayı ısrarla reddettikleri işte şu gerekçelerle: Protesto haberlerinin bastırılması, hükümet çizgisi dışındaki gazetecilerin hedef gösterilmesi, sosyal medya üzerindeki sistematik gözetim ve sansür.

AB’nin sözde “Dezenformasyonla Mücadele Stratejisi”, uygulamada ifade özgürlüğüne karşı bir baskı aracına dönüştü. Ukrayna savaşına karşı barışçıl çözüm öneren herkes ya “Putin yanlısı” ya da “tehlikeli” ilan edildi. Gazze’de ise İsrail’e eleştiri getiren sesler hemen “İslamcı”, “Hamasçı” olmakla suçlandı.

“Dezenformasyonla Mücadele” eylem planının pratikteki sonucu, hükümet çizgisi dışındaki haberlerin sansürlenmesi oldu. Örneğin RT ve Sputnik’in AB genelinde yasaklanması, yalnızca “Rus propaganda kanalı” diye değil, aynı zamanda eleştirel veri sunmaları nedeniyle gerçekleşti. Almanya’da NachDenkSeiten, sadece NATO ve aşı politikalarını eleştirdiği için YouTube’dan birçok kez uyarı aldı.

Medya çanları sadece çalmıyor, artık çanların asılı olduğu kule o gümbürtüden yıkılmak üzere  ama işte o uyarı sesi duymazdan geliniyor.

Pandemi döneminde muhalif görüşlere yer veren gazetecilerin “Corona-Leugner” (inkârcı) etiketiyle damgalanması, Ukrayna savaşında barışçıl çözüm önerenlerin “Putin-Versteher” (Putin sempatizanı) ilan edilmesi, Gazze’de yaşananlara soykırım diyenlerin “antisemitik” suçlamasıyla karşılaşması… Tüm bunlar ifade özgürlüğünün sadece biçimsel olarak var olduğunu, özde ise cezalandırıldığını gösteriyor.

– Özellikle Almanya Avrupası’nda Ukrayna sorununda yangına körükle gidildiğine tanık oluyoruz. Savaş çarkları hızlandı mı? Bir barış hareketinden söz edemez olduk. Neden? Ukrayna ve İsrail’e kayıtsız şartsız, eleştirisiz destek, tarihte eşine pek sık rastlanmayan bir propaganda mekanizmasının bıçaklarının çalışmasına yol açmadı mı?

IŞIN ERTÜRK – Kesinlikle. Medya artık çatışmaları analiz eden değil, meşrulaştıran bir aygıta dönüşmüş durumda. Örneğin Almanya’da kamu yayıncılığı yapan ARD ve ZDF gibi kamuya ait televizyon kanalları, savaşın başından beri hükümetin söylemleriyle neredeyse bire bir örtüşen yayın politikaları izliyor. Hatta “taz” gazetesi gibi daha “liberal” görünen yayın organlarında bile Ukrayna’ya silah yardımı “ahlaki sorumluluk” olarak sunuluyor.

RIZA VE SAVAŞ ÜRETME MEKANİZMASI: MEDYA

Gazze bağlamında, Almanya, İsrail’in “güvenlik hakkı”nı savunurken, orantısız güç kullanımını haberleştiren gazetecileri ve sanatçıları fonlardan dışladı. Westdeutscher Rundfunk’ta (WDR) çalışan gazeteci Nemi El-Hassan’ın Filistin gösterisine katıldığı ortaya çıkınca işten çıkarılması, bu baskının medya içi dinamiklerini çok açık gösteriyor.

Avrupa medyası son on yılda özellikle savaş dönemlerinde “hakikat taşıyıcısı” olmaktan çıkıp, birer “rızayla savaş üretme mekanizmasına” dönüştü.

Evet, medya Avrupa’da bilgi iletmekten çok savaşa rıza üretmek için işliyor. Almanya’da ARD ve ZDF başta olmak üzere kamu kanalları, Ukrayna’ya silah yardımlarını bir “erdem” gibi sunuyor. Gazze’de binlerce çocuğun ölümü “trajedi” olarak bile tanımlanmıyor. Bild gazetesi, İsrail’in kara harekâtına tam destek verip “daha fazla güç” talep ettiğinde bu yalnızca gazetecilik değil, savaş propagandası değil midir sizce?

Küresel medya tekellerinin (Musk, Zuckerberg, Gates) Avrupa’da ne kadar etkili olduğunu unutmayalım bu arada.

Bu aktörler Avrupa’da yalnızca teknolojik değil, ideolojik bir tahakküm kurmuş durumda. Elon Musk’un X (Twitter) platformu, “ifade özgürlüğü” bahanesiyle neo-NATO’cu söylemleri öne çıkarırken, AB’ye ters düşen içerikleri görünmez kılıyor.

Zuckerberg’in Meta’sı, Gazze savaşında Filistin yanlısı içerikleri algoritmik olarak bastırdı.

Bill Gates’in sponsor olduğu medya kurumları (The Guardian, Politico Europe gibi) tek yönlü sağlık ve iklim söylemleriyle alternatif analizlerin alanını daraltıyor.

Bu dijital medya tekelleri, Avrupa’nın “hakikat düzenini” belirliyor. AB’nin Dijital Hizmetler Yasası gibi düzenlemeleri ise görünürde kullanıcıyı koruyor ama gerçekte ana söylemin dışındaki haberleri filtreleyen bir sansür mekanizması işlevi görüyor.

Bu medya düzeniyle Üçüncü Dünya Savaşı’na adım adım sürüklenen Avrupa, hem içeriden militarizmi kutsuyor, hem de dış eleştirileri küresel medya patronlarının dijital sansürleriyle bastırıyor. Yani “kukla medya”, hem devletin hem de çokuluslu çıkar gruplarının denetiminde.

Bu paralellik, ana akımın merkezkaç kuvvetini gösteriyor. Atlantikçi söylem, “liberal müdahalecilik” adı altında hem NATO politikalarını, hem de güvenlik devleti mantığını sorgulanamaz hale getirirken, boşaltılan muhalefet alanı aşırı sağ tarafından dolduruluyor. Sağ popülist parti AfD’nin (“Almanya için Alternatif”) Almanya’daki yükselişi bu anlamda bir sonuç, bir sebep değil.

Ayrıca aşırı sağ, bazı konularda (örneğin Ukrayna’ya silah yardımı eleştirisi) doğru soruları sorarken, bunu ırkçı, milliyetçi ve popülist temelde yapıyor. Bu da gerçek eleştirilerin itibarsızlaştırılmasına hizmet ediyor. Yani sistem hem eleştiriyi baskılıyor hem de onu aşırı sağa havale ederek “Bakın muhalefet buysa, biz iyiyiz!” algısını yaratıyor. Bu bilinçli bir strateji.

“TOPYEKÛN BİR ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜ”

– “Mübalağa Atlantikçiler” ile AfD, FPÖ, Le Pen, Geert Wilders, Giorgia Meloni gibi aktörlerin temsil ettiği aşırı sağın yükselişi bir paralellik taşımıyor mu? Siz bu paralelliği nasıl görüyorsunuz?

IŞIN ERTÜRK – Elbette. Hatta bu sadece paralellik değil, giderek birbirini besleyen iki yüzlü bir düzen. Atlantikçi merkez siyaset, yani Washington’un çizgisini sorgusuz benimseyen Alman merkez sağı ve sözde solu, medyayı, toplumu ve siyaseti neredeyse tamamen hizaya sokmuş durumda. Ama bunu “demokrasi”, “özgürlük” gibi kavramların arkasına saklanarak yapıyor. Diğer tarafta ise Marine Le Pen, Giorgia Meloni,  Alice Weidel gibi aktörler sahnede “karşıt” gibi duruyor ama özünde aynı otoriter reflekslere sahipler.

İkisi de medyayı kontrol etmek, eleştirel sesleri susturmak, güvenlik politikalarını tartışılmaz kılmak konusunda şaşırtıcı derecede ortaklaşıyor. Yani biri sopayı gösteriyor, diğeri “Ben ondan daha iyiyim,” diyerek alan kazanıyor. Bu klasik bir “kötü polis-iyi polis” oyunu. Topluma da seçenekmiş gibi sunuluyor.

Mesela Almanya’da hükümet, Gazze’ye yönelik en küçük eleştiriyi “antisemitizm” diye bastırırken, AfD bu söylemi kendi göçmen karşıtı ajandasına uyarlıyor. İki taraf da farklı gerekçelerle eleştirel düşünceyi bastırıyor. Medya ise bu oyunu bozmuyor, aksine oynuyor.

Aslında ne Atlantikçi merkez ne de aşırı sağ gerçek anlamda özgürlükten yana. Biri NATO sopasını sallıyor, öteki kültürel korkularla toplumu sindiriyor. Ve her ikisi de toplumu savaşlara, otoriterliğe ve tek sesliliğe hazırlıyor.

– Sadece Almanya’da doğrudan ve dolaylı askeri yatırımlar nedeniyle 2029 yılına kadar 850 milyar avroyu bulacak bir borçlanma tutarı söz konusu. Almanya, eğer Avrupa’nın en güçlü konvansiyonel ordusunu yaratmakta kararlıysa, ki Başbakan Friedrich Merz bunu aynen söyledi, bu niyetin altyapısını sadece maddi araçlar değil, tarihte eşine rastlanmamış bir propaganda harekâtıyla da beslemek gerekmeyecek mi? Sizce neler olacak?

IŞIN ERTÜRK – Ortada sadece bir askeri plan değil, topyekûn bir zihniyet dönüşümü var. Merz’in “Avrupa’nın en güçlü ordusunu kuracağız” çıkışı boşuna değil. 2029’a kadar savunmaya ayrılan 850 milyar avroluk dev bütçe sadece silah alımıyla açıklanamaz. Almanya toplumunu savaşa ikna etmeden bu dönüşüm sürdürülemez. Ve işte bu noktada medya, kültür, eğitim devreye giriyor.

ALGORİTMİK SANSÜR

Deutsche Welle’nin Savunma Bakanlığı için içerik üretmesi, TikTok ve YouTube’da gençlere orduyu cazip gösteren videolar, okullarda “demokratik değerler” kisvesi altında militarist mesajların dolaşıma sokulması… Bunların hepsi, barış dilinin yerini savaş reflekslerine bıraktığını gösteriyor.

Bu sessiz propaganda, Hannah Arendt’in “hakikatin yerini alan kurgular” uyarısını hatırlatıyor. Almanya şu an tam da bu noktada: Gerçek, artık yönetilmesi gereken bir tehlike olarak görülüyor.

Böyle baktığımızda, hakikatin çarpıtılmasında, basın ve ifade özgürlüğüne saldırılarda Türkiye’nin “kurnazlık” kategorisinde sınıfta kaldığını, Avrupa’nın ise sinsi politikalarıyla ipi göğüslediğini görüyoruz. 

Türkiye’de medya üzerindeki baskılar çok net. Ama bu açıklık aslında bir tür avantaj.

Avrupa’da durum daha kitabına uydurulmuş işliyor. Sansür doğrudan değil, algoritmalarla, fonlarla, sivil toplum görünümlü yapılarla dolaylı biçimde uygulanıyor. Yani burada baskı perdeli, ambalajlı. Ve tam da bu yüzden daha tehlikeli.

Türkiye’de hangi medyanın kimin yanında durduğu belli değil mi? Almanya’da ise “muhalefet” bile çoğu zaman aynı güvenlik anlatısının bir başka versiyonunu seslendiriyor. Eleştirel gazetecilik Avrupa’da da riskli hale geldi, sadece daha sofistike yollarla bastırılıyor.

Sözün özü Berlin’deki toplantı, Avrupa’nın liberal vitrinindeki ilk çatlaklardan biri. Çünkü gerçek artık sadece gizlenmiyor, düşmanlaştırılıyor. Eleştiri bastırılıyor, barış isteyenler dışlanıyor, medya savaş politikalarına entegre ediliyor. Avrupa bu gidişle, üçüncü büyük felaketine sessizce hazırlanıyor olabilir. İşte tam da bu yüzden, bu tür toplantılar ses vermenin, “hakikati” savunmanın tuğlalarını döşüyor.

YENİ POSTA – STUTTGART

KAYNAK: https://biryenicumhuriyet.com.tr/2025/06/30/avrupada-ifade-ozgurlugu-cokuyor-mu-perdeli-ambalajli-baski-cok-daha-tehlikeli/

GÖRSEL: ÖMER YAPRAKKIRAN