Yeşiller ve siyaset arenasındaki yerleri: Sermayenin en modern partisi yine iktidarda
Yazar Cemil Fuat Hendek, “Almanya’da yepyeni bir sol” diye kayıtlara ve halkın belleğine giren bir siyasi hareketin gerçek adresine dikkat çekerken, Yeşiller iktidarının sermayenin yeni gereksinimlerinden doğduğunu, solla bir ilgisi bulunmadığını hatırlatıyor: “(1983’te) Parlamentoda kendilerine ayrılmış olan yere, ortanın sol tarafına yerleştiler. Soldaki o yerleri kamuoyunun bilincine de yerleşiverdi. Solun ayrılmaz bir parçası olarak görülmeye başladılar. Sol mu?”
Ah, ne kadar sempatiktiler! 100 yıldan da eski parlamento geleneğine meydan okuyarak geldiler açık yakalı gömlekleri ve lastik ayakkabılarıyla. Bonn’daki Federal Parlamento’nun kapısına park ettikleri bisikletleri de cabası. Üstelik buz gibi devrimciydiler. Toplumun sadece bir sınıfı ya da tabakası için değil, bütün insanlık içindi mücadeleleri. Tüm doğanın, doğayla birlikte insan evladının üstüne çökmekte olan büyük tehlikeye dikkat çekiyor, hızla yaklaşmakta olan felaketi önlemek için mücadele bayrağını yükseltiyorlardı. Parlamentoda kendilerine ayrılmış olan yere, ortanın sol tarafına yerleştiler. Soldaki o yerleri kamuoyunun bilincine de yerleşiverdi. Solun ayrılmaz bir parçası olarak görülmeye başladılar.
Sol mu? Bundan doğal bir şey olabilir miydi? Zaten kurucu baba ve annelerinin çoğu 68 kuşağının devrimcileri değil miydi? Seçimlerde başarı kazanana dek hangi protesto eyleminden geri kalmışlardı ki? 1 Mayıs’lar, barış gösterileri, Ostern Yürüyüşleri, 8 Mart’lar falan. Atom reaktörlerine, Frankfurt Havaalanı’nın genişletilmesine karşı kendi girişimleriyle başlattıkları eylemlerin de ayrı bir değeri vardı. Tabii o sırada polisle çatışmalar, geçici tutuklanmalar da eksik kalmamıştı.
Soldan başka nerede olabilirlerdi ki?
ALMANYA’NIN SİYASET ARENASINDA HİÇBİR ŞEY YENİ DEĞİL
Çokları Yeşillerin 1970’li yıllarda ortaya çıkan bir akım olduğunu sanıyor. Halbuki Almanya’da bugün siyaset sahnesine damga vuran hiçbir parti yeni değil. İster merkezde olduğu iddiasındaki CDU ve CSU’nun, ister ne olduğu belirsiz Liberal Parti’nin (FDP) ya da sosyal demokratların (SPD) geçmişe uzanan izlerini takip edin. Varacağınız yer 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra oluşturulan parlamento seçimleri sırasında biçimlenen siyasal partiler olacaktır.
AfD’nin de sadece Almanya’yı değil, tüm dünyayı felakete sürükleyen NSDAP’nin mahcup varisi olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Aslen tümü şu veya bu şekilde Almanya’daki tekelci sermayenin hizmetindeki bu partiler tarih içinde süzülerek ve tekrar tekrar formatlanarak günümüze gelmiş siyasi örgütlerdir.
Ya Yeşiller?
Yeşiller de çokların sandığı gibi 20’nci yüzyılın üçüncü çeyreğinin ürünü değildir. “Yeşil”, aslen 19’uncu yüzyıl sonunda, Aydınlanma ile birlikte ortaya çıkan bir hareketti. İnsanı merkeze koyan ve doğayı tümüyle onun hizmetine sunan anlayışa karşı gelişti. Özellikle Sanayi Devrimi sonrası, “öncü yeşiller” tarımın makineleşmesiyle açılmaya başlayan dev ekim alanlarına, bununla birlikte doğanın tahrip edilmesine, bitki örtüsünün tekleşmesine, böylece o çevrede yaşamakta olan vahşi hayvanların ve börtü-böcek türlerinin yok olmasına karşı çıktılar. Bu amaçla örgütler kurdular. Geçmişleri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda örgütlendikleri 1898 yılına dek dek uzanır. Bu örgütlenme çok zaman geçmeden, 1901 yılında Almanya’ya sıçradı.
Bugün halen varlığını sürdüren Doğa Dostları Dernekleri’nin laf kalabalığıyla geçiştiriverdiği hareket, aslen doğrudan işçi hareketinin bir uzantısı olarak yükseldi.
Amaç, o yıllarda uzun saatler boyu ağır ve sağlıksız çalışma koşulları ile son derece kötü konutlar arasına sıkışmış ve pek sınırlı boş vakitlerinde meyhaneden başka sığınacak yeri olmayan işçileri o dar çemberden çıkarmaktı. İşçileri meyhanelerde “kafayı çekip” kavga etmek yerine, birlikte doğada yürüyüşlere çıkarmak, ortaklaşma ve dayanışma zemininde birlikte vakit geçirmelerini sağlamak, aynı zamanda eğitim vererek, sınıf bilincini geliştirmelerine katkı sağlamaktı. Bu hedefle yola çıktıktan sonra birçok yörede kendilerine ait -bazıları bugün de mevcut olan- “Doğa Dostları Evleri” kurdular. 1933’de Nazilerce yasaklanana dek başarıyla sürdürdüler bu görevi.
Tekrar edeyim: Bu “yeşil” hareketi, aslen “kızıl” idi. En geniş anlamıyla Doğa Dostları hareketinin günümüzdeki mirasçılarının o dönemde harekete damgasını vuran marksist işçi hareketiyle en küçük bir bağı kalmış olduğunu sanmak saflık olacaktır.
1980’LERDE AĞIR ENDÜSTRİ VE FİNANS KAPİTALİN BÜYÜK SORUNU
Devam etmeden önce biraz da 1980’lere bakalım. Zaman hızla akıyor, geçmiş çabuk unutuluyor. 1980’lerin başına gelindiğinde, Almanya derin bir sarsıntıyla uyandı. 60’lı yıllardan başlayarak yükselen ve artık yaşamın her alanına kendisini dayatmakta olan Bilimsel Teknik Devrim, sanayi ve ticaret alanında derin yapısal değişiklikler getirmekteydi. Sadece üretim teknolojileri değil, ağır sanayide kullanılan geleneksel hammaddeler de çeşitlenmekte, yeni metal alaşımlar, sentetik maddeler de devreye girmekte, yeni işkolları önem kazanmaktaydı.
Dünyadaki bu gelişim ülkenin övünç kaynağı ağır sanayii çok ciddi bir yapısal sorunla karşı karşıya bırakıverdi. Almanya uzun süredir bu gelişimi uzaktan izlemiş, sanayi devrimiyle birlikte yükselen ve kalite listelerinin en başlarına tırmanan üretim süreçlerinde değişiklik yapma gereksinimi duymamıştı. Ne var ki, artık bu sürece ayak uydurmayanların varolma şansı ortadan kalkıyordu.
Peki, bu gecikmiş değişim nasıl başarılabilecekti? Almanya’da ağır sanayinin hayal sınırlarını zorlayan devasa yapısını kavrayabilmek için, onun merkezine, Ruhr çanağına kısa bir yolculuk yapmak, çevreye göz atmak gerekir. Savaş sonrası Almanya’nın yeni baştan ayağa kalkmasında en büyük rolü oynayan bu bölgede, bugün göreceğiniz, sadece küşük bir kısmı müzeye, kültür parklarına ya da büro komplekslerine dönüştürülmüş, geri kalanı sökülüp atılmış endüstri ve kömür madeni kalıntıları… Arada bir, maden girişlerinden kalma sürrealist heykeller misali gökyüzüne yükselen kulelerde artık bir daha asla dönmeyecek dev asansör tekerlekleri…
Artık üzerinden paslar akmakta olan devasa çelik haddehanelerini, metal fabrikalarını, kok kömürü tesislerini birbirine ve bunların tümünü Ren nehrine ar arda dizilmiş yük limanlarına bağlayan, şimdilerde otların arasında yitip gitmekte olan demiryolları… Bu görülenler, bir zamanlar var olanın sadece bir parçacığıdır ve o günlere dair çok küçük ipuçları verebilir. O günleri hayal etmeye çalışanlar, bu manzarayı defalarca büyütmekle kalmamalı. Onun içine her vardiyadan çıkan ve işbaşı yapan yüz binlerce demir-çelik ve maden işçisini de yerleştirmeli. Tabii avlularında, arka bahçelerinde koşuşturan çocukları ve rüzgârda salınan çamaşırlarıyla sayısız işçi lojmanını da unutmaksızın…
LİBERAL SALDIRININ BİR HEDEFİ DE DEVLETTİ
Aniden ihtiyarladığı saptanan bu yapı bir anda tüm ağırlığıyla Alman finans sermayesinin omuzlarına çöküverdi. Bunların tümü bir an önce değiştirilmeliydi. Fakat nasıl? Dönem, emperyalist dünyadaki kardinal liberal saldırı dönemiydi. Borsanın kumarhaneye açılan kapıları finans sermayeye bambaşka ufuklar vaat ediyordu.
Gerçek üretime yatırım yapan sermayenin gözü ise çoktan işgücünün çok daha ucuz olduğu ülkelere kaymış bulunuyordu. Böylesi bir yapıyı temelden değiştirecek yatırımlara kimsenin yanaşmayacağı açıktı. Yanaşan olsa bile, iki yüz yıla varan zaman içinde birikmiş akıl havsala almaz değerleri sıfırlayarak yerine yenisini kurmaya kimin gücü yetebilirdi ki? Tabii sadece devletin! Ne var ki, liberal saldırının bir hedefi de devlete yönelmişti. Devletin her türlü üretim, ticaret ve hizmet alanından elini çekmesi, belediyeler de içinde olmak üzere tüm kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi gerektiği propaganda ediliyordu.
Ve bir dev sorun daha vardı. O manzara içinde yer alan milyonlarca işçi! Kimi üç, dört nesildir aynı fabrikada çalışan, babadan oğula aynı madene inen, aynı metal fabrikasında meslek eğitim görüp, birbirinden el almış işçiler. Nesiller boyu kimi zaman kana bulanmış mücadelelerle belli haklar elde etmiş işçiler… Her ne kadar 1950 ortalarında yarım milyonu bulan maden işçilerinin sayısı 1980’e gelene dek yavaş yavaş 150 bine düşürülmüş, birçok maden ağzı kapatılmış da olsa, bunlar Alman işçi sınıfının en geniş haklara sahip kesimiydi.
Ya demir-çelik ve metal alanındaki on binlerce işçi?
Sermaye büyük yapısal değişiklikle birlikte bunları da başından def etmek zorundaydı. İşte bu da işin bir diğer zor -belki en zor- kısmıydı. Devlet eli değmeksizin başarılamayacak bir iş duruyordu ortalık yerde. Bu değişimin ağır mali yükünü devlet üstlenmeli, uygulamada gereksinilen yasa ve kararlar da hükümet tarafından çıkarılmalıydı. “Bürokrasi ve silahlı zor kullanım örgütlerinden başka her şeyden elini çek” diyenler işte bu noktada devlet zorunun yanı sıra federal devletin ve eyaletlerin kasalarına da göz dikmekteydiler.
YEPYENİ BİR SİYASİ DESTEK GEREKSİNİMİ
Artık safını çoktan belirlemiş olan sosyal demokratların ve onların doğrudan kontrolü altındaki, neredeyse bir devlet aygıtı haline gelmiş sendikaların olurunu almak, belki o kadar zor olmayacaktı. Ne var ki, doğrudan büyük sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği apaçık bir girişime sendikaların tek başına destek vermesinin sorun yaratacağı kesindi. Bunun için çok haklı ve kolay karşı konulmayacak argümanlar üretmek, bunları siyasete taşımak ve örgütlü olarak savunmak gerekiyordu.
Yeşiller işte bu iş için en ideal örgüttü.
Formatta ufak tefek düzeltilerle düzen siyasetine eklemlenebilir, çevre sorunları argümanıyla finans sermayenin her türden gereksinimine devlet desteği verilmesine meşruiyet kazandırabilirlerdi. İşte tam da öyle oldu. 1980’de kurulduktan kısa süre sonra 1983’te, erkene çekilmiş federal seçimlerde yüzde beş barajını aşarak Federal Parlamento’da sandalye sahibi oldular. “Hiç kimseye mutlak iktidar yok!” sloganıyla düzen siyasetinin geleneksel partilerine alternatif olma iddiasındaydılar. Sözde siyasete taptaze bir nefes getireceklerdi. Tek başına kadrosu da buna kanıt değil miydi? 68 hareketinin kahramanlarından Joschka Fischer’in parlamento grubu menajeri olduğu, yine aynı dönemdeki devrimci silahlı mücadele timi RAF üyelerinin avukatı Otto Schily’nin ve ABD’de öğrenciliğinden itibaren militan Vietnam Savaşı karşıtlığıyla ünlenmiş Petra Kelly’nin parlamento grubu sözcülüğü yaptığı bir parti başka ne olabilirdi ki? (Yanlış anımsamıyorsam, Petra Kelly’nin John F. Kennedy’nin seçim propaganda timinde yer almış olduğundan o sıralarda pek de bahsedilmedi.)
Yeşiller işte bu andan itibaren büyük sermaye tarafından şahin gözlerle izlenecek, adım adım sınanarak ilerleyecekler, düzen siyasetinin ayrılmaz ve güvenilir bir parçası haline geleceklerdi. Nitekim, sosyalist Almanya’nın yıkılışında kendilerine kahramanlık payı biçen Bündnis’90 (90 İttifakı) ile de birleşince formasyonları tamamlanmış oldu.
Artık Almanya çapında hâkim sınıfların iktidarına sağlam bir payanda olabilirlerdi.
Pek kısa sürede sınavlarını başarıyla veren Yeşiller, 1998’de sosyal demokratlarla birlikte iktidara ortak oldular. Sözde sol kızıl-yeşil koalisyonun birbiri ardına kurduğu iki hükümet döneminde işçi haklarına yapılan korkunç saldırıları saymaya bu yazı kapsamı izin vermiyor. Her iki dünya savaşını başlatan Almanya’nın yeni baştan militaristleştirilmesinde atılan adımlar, Afganistan’a askeri birlikler göndererek başlatılan ülke dışında askersel operasyonlara Anayasa’yı delerek onay verilmesi de, o dönemde Yeşiller’in onayıyla başarıldı.
Bütün bu işleri o dönemde muhalefet safına itilen CDU-CSU hükümeti yapmaya kalksaydı milyonlar sokağa dökülürdü.
Alman emperyalizmine bu hizmetleri ancak “sol” bir hükümet verebilirdi.
Böylece Kohl hükümetinin başladığı özelleştirmeleri büyük bir hevesle devam ettirdiler. Devlete her türlü toplumsal hizmetten el çektirmek için kararlar aldılar. Federal devletin ve eyaletlerin toplumsal hizmet alanlarına ait bütçelerini alabildiğine kıstılar. Öte yandan devletin büyük sermayeye finansal desteğini o dönem için pik noktasına yükselttiler. Örneğin sanayi kirliliğine karşı alınacak önlem paketlerinin finansmanının, fabrikalardan def edilecek işçilere ödenecek tazminatların yükünün önemli kısmını federal ve eyalet kasalarına yıktılar.
HAKLI BİR DAVANIN ŞAİBELİ SAVUNUCULARI BİR KEZ DAHA İKTİDARDA
Doğanın hızla korkutucu bir akıbete doğru evrilmekte olduğu, artık Avrupa kamuoyunda ezici çoğunluğun bilincine yerleşti. Bu tehlikeyi ilk sezen ve ona karşı mücadele çağrısı yapanların günümüzdeki Yeşiller olmadığına yukarıda değinmiştim. Günümüzdekiler bu mücadelenin bayraktarlığına soyunurken önemli bir işlevi de birlikte üstlenmiş oldular: Çevre kirliliğinin asıl nedenini gözlerden gizlemek ve buna karşı alınacak önlemleri, dolaylı yoldan emekçi halkın sırtına yüklemek…
Ve şimdi bir kez daha iktidar ortağı oldular. Trafik lambalarından esinle “lamba ittifakı” tabir edilen üç partinin kuracağı hükümette yer alacaklar. Aslında bu partilerin sembolü olan kırmızı, yeşil ve sarı renklere kanmayalım. Koalisyonun en küçük ortağı, gözleri pazardan başka hiçbir şey görmeyen, “bırakın geçsin, bırakın yapsın”cı Liberaller (FDP) , malum sarı rengi severler. Sosyal demokratların (SPD) kırmızısı ise sadece bayraklarında kalmış bulunuyor. Politikalarındaki kırmızı yüz yıldan uzun süre içinde gittikçe solarak çoktan sarıya dönüştü.
Yeşillere gelince…
Hükümete katıldıkları iki dönem boyunca kabuklarının döküldüğünü ve altından sarı rengin sırıttığını görmedik mi? Demek ki, partilerin gözümüze sokmaya çalıştığı renklere kanmamak lazım. Aslında yeni kurulmakta olan federal hükümetin rengi baştan sona sapsarı olacak. Ve bakalım sermayenin en modern partisi Yeşiller bu kez ne marifetler gösterecek?
CEMİL FUAT HENDEK – MAİNZ
GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran