50 yıl sonra: Almanya’daki “Türk Grevi” ve genç lideri Baha Targün

50 yıl sonra: Almanya’daki “Türk Grevi” ve genç lideri Baha Targün
Yayınlama: 10.09.2023
Düzenleme: 10.09.2023 18:46
309
A+
A-

Bundan 50 yıl kadar önce bu zamanlarda Federal Almanya’da ortam bir de “Türk Grevi” ile iyice gerilmişti. Başbakan Willy Brandt zor durumdaydı ve bir yıla varmadan da bir komplo sonucu görevinden ayrılacaktı. Tam da böyle bir gerginlikte, Türkiye’den gelen binlerce işçi, kendilerine yoğun ayrımcılık yapıldığı ve haklarının yenildiği, ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi gördükleri iddiasıyla 1973 yılının ağustos sonlarında bir hafta Köln’deki Ford fabrikalarında üretim bantlarını durdurmuştu. Almanya ve özellikle de iktidardaki sosyal demokrat ağırlıklı iktidar, tetik üstünde bir hafta geçirmişti. 

Ama unutturuldu. 

Gerçekten de, böyle bir toplumsal gerilim çerçevesinde, gerek Bonn hükümetinin gerekse kapitalist dünyadaki en büyük sektör sendikası IG Metall’in arkadan hançerlemesiyle 30 Ağustos 1973’te polis şiddetiyle bitirilen bu “isyan” gibi, binlerce işçiye bu “yasalara aykırı grevde” öncülük etmeyi başaran İstanbullu bir gencin yaşamı da yeterince işlenmiş değildir. Eylem sırasındaki bir fotoğrafı dönemin rakipsiz haber dergisi Der Spiegel’e kapak olan ve Alman gazetelerinde ilk sayfalarda kendisine geniş yer verilen Baha Targün, 70’lerde “feleğin çemberinden geçmiş” bir devrimci genç adamdı. 1980’e doğru Türkiye’ye geçmiş ve sonrasında ömrünün ikinci bölümünde Türkiye’de yaşayarak kendini tamamen unutturmayı başarmıştı. Neden bu yolu seçtiği hâlâ tam olarak bilinmiyor. Kendini tarihten kazımıştı adeta ve bu tür örneklere pek sık rastladığımız söylenemez. 

Yıllarca dağcılık sporu yapan Targün’ün, bir tırmanışı sırasında kaza geçirerek 17 Temmuz 2020’de yaşamını yitirdiği bildirilmişti. 

Ünlü “Türk Grevi”ni ve o kendiliğinden iş bırakma eyleminin başını çeken Baha Targün’ü, kendisiyle bir dönem Federal Almanya’da birlikte çalışmış gazeteci-yazar Ali Rıza Özkan ile konuştuk. 

– Federal Almanya 1970’lerin başında, 10 yıllık bir kitlesel emek göçü sonrasında 1 milyon civarında Türkiye kökenli bir nüfusa sahipti. Ana hatlarıyla hareketli ve haksızlığa karşı duyarlı, laik, modern bir emek gücüydü bu nüfus ağırlıklı olarak. Almancası henüz eksikti. 1973’lerdeki en önemli bir denetim dışı grev (“kendiliğinden iş bırakma eylemi”), Köln’deki Ford fabrikasında yaşandı. Ağustos 1973’teki bu “Türk grevi” ülkeyi bayağı sarsmıştı ve şaşkınlık büyüktü. Ancak bu önemli başkaldırıya, bu sınıfsal tepkiye ne Türkiye’deki tarih yazımı ve sol hareketler ne de buradaki Alman ve Türk-Kürt “sivil toplum kuruluşları” itibar etti. Pek bakmadılar, pek fazla araştırmadılar, diyelim. Sizce neden?

ALİ RIZA ÖZKAN – Önce, Almanya (ve Avrupa’nın diğer ülkelerine) yönelik işgücü göçünün sosyolojisi ile ilgili sık yapılan bir hatayı düzeltelim. 30 Ekim 1961 tarihinde Almanya ile imzalanan anlaşma ile Türkiye’den kalifiye işgücü alımı başladı. 1955’ten itibaren, sırasıyla İtalya, İspanya, Yugoslavya ve son olarak Yunanistan’dan yapılan alımlar hızla büyüyen Alman ekonomisinde işgücü açığını kapatmaya yetmiyordu, çünkü…

Bu kapsamda, orta ve lise meslek okulu mezunları, uzun yıllar çalıştıkları işkollarında “bonservis” sahibi olanlar, İstanbul’da SSK’nın Tophane’deki binasında Alman uzmanları tarafından sıkı kontrolden geçirildikten sonra, genellikle çalışacakları fabrikalar da belirlenerek, Almanya’ya götürülüyorlardı.

Aslında, İkinci Dünya Savaşı öncesine ait olan “Gastarbeitnehmer” (misafir işalan) kavramı dahi, Almanya’nın işgücü açığını kapatmak için başvurduğu bu yöntemin geçiciliği hakkında kesin kanaat sahibi olduğunu ifade ediyor.

Ancak, sonrasında her iki yönde de dengeleri bozan iki gelişme oldu. Hem Almanya’da işgücü açığı öngörüldüğünden daha hızlı miktarda arttı, hem de Türkiye’den “alınan işgücü”nde kalifiye meslek şartı aramama yoluna gidildi. Örneğin, tam da bu dönemde Almanya’ya gitmek durumunda kalan babam öğretmen olduğu halde inşaat işçiliği ve annem de ebe olduğu halde fabrika işçiliği yaptı.

Dolayısıyla, 1960’ların başında gerçekleşen kalifiye işgücü göçü ile sonlarındaki işgücü göçünü birbirinden ayırmamız gerekir ki, Almanya’daki Türklerin öncüsü veya içinde olduğu işçi/emek hareketlerini doğru analiz edebilelim.

Baha Targün

Bu uzun derkenar, aslında, sorunun cevabını da içerisinde barındırıyor. Şöyle ki: TKP ve TİİKP gibi birkaç Türk sosyalist örgütü dışında, sorunun muhatabı olabilecek tüm Türk ve Kürt siyasi örgütlenmeleri 70’li yılların ürünleridir ve Almanya’ya da bu zaman dilimi içerisinde çoğunlukla kalifiye olmayan işgücü göçü kapsamında veya iltica yoluyla yerleşmişlerdir. TKP ve TİİKP ise, Almanya’da Türk işçileri arasında daha 1960’larda örgütlüydüler. Dolayısıyla, Türk işçilerinin sınıf mücadelesinde yer almayan, hatta geldikleri ülkede dahi işçi sınıfı mücadelesinde ya hiç olmayan veya sınırlı ölçülerde yer alan diğer örgütlerin bu konudaki “duyarsızlığı”nı öznel tarihleriyle bağlantılı olarak makul karşılayabiliriz.

Gazeteci-yazar Ali Rıza Özkan


“TÜRK GREVİ”NİN GENÇ ÖNDERİ 

– Önemli bir konu da, Köln’deki Ford fabrikasında patlak veren “Türk grevi”nin kimilerince elebaşısı kimilerince de etkili sözcüsü Baha Targün’ün yaşamı… Bu ilginç genç adam hakkında hiçbir bilgi yoktu on yıllarca. Targün ölümüne kadar, 40 yıla yakın bir süre gözlerden kayboldu. Yer yarılmış da içine girmişti sanki. Siz onu yakından tanıdınız. Ne olmuştu? Kimdi bu genç devrimci ve neler yapmıştı? Bu devrimci Türk gencinin yaşadıkları hakkında bizimle bilgilerinizi ve değerlendirmelerinizi paylaşır mısınız?

ALI RIZA ÖZKAN – Benim Baha Targün ile tanışmam, 1978 yılında Türkiye’de yayınlanmaya başlayan Aydınlık gazetesinin Frankfurt’ta bir büro açması ile başlar. Baha Targün o büronun yetkilisiydi. Ben ise çiçeği burnunda bir gazeteci olarak haberlerimi ona gönderiyordum. Baha Targün Almanya’nın pek çok ilinden gelen haberleri değerlendiriyor, uygun bulduklarını İstanbul’a aktarıyordu.

Baha Targün 1973 Ford Grevi lideri olarak hepimizin büyük saygı duyduğu bir işçi önderiydi. Sosyalist aydın tipolojisi bağlamında, aslında ideal bir karakterdi, diyebiliriz. Hem işçiydi, hem liderdi ve hem de entelektüeldi.

İstanbul’da, Eyüp Lisesi mezunu Baha Targün, aslında Almanya’ya üniversite eğitimi için gelmişti. Ancak, sanıyorum 1 yıl sonra, maddi imkânsızlıklar nedeniyle fabrikada çalışmaya başlamıştı. Bu kısa süre içerisinde öğrendiği Almanca, Türk işçiler arasında kendisine hem istisnaî ayrıcalık yaratmış ve hem de maddi durumunu düzeltmesini sağlamıştı.

Ford fabrikasına girişi ile ilgili çeşitli hikâyeler uydurulsa da, Baha Targün hakkında resmi bir “sınırdışı” kararı olmadığını belirtmeliyim. 

Baha Targün, “Ford Grevi” kırılırken hunharca dövüldüğü için aylarca hastanede yattı

Baha Targün’ün yaptığı, öğrenci statüsünde aldığı oturma izninin uzatılmaması üzerine, Türkiye’ye gidip gelerek, (o dönemde vize şartının olmadığını gözden kaçırmayalım) yeni gelmiş gibi oturma izni başvurusu yapmaktan ibarettir. O dönemde, resmi bir iş bulduğuna dair işverenden aldığı bir belge ile “yabancılar polisi”ne başvuran herkesin oturma izni alabildiğini de ekleyelim.

Kimilerinin yazdığı hikâyede Baha Targün 1973 yılında ortadan kayboluyor. Bu da doğru değil. 

Baha Targün, “Ford Grevi” kırılırken hunharca dövüldüğü için aylarca hastanede yatmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, o dönemde TİİKP’nin Yurtdışı Yetkilisi Ömer Özerturgut kendisi ile bağlantı kuruyor. 

Hemen arkasından, Baha Targün’e bir tuzak kuruluyor. Alman güvenlik güçlerinin yakın takibindeki Baha Targün, o dönemde MHP’nin Almanya sorumlusu olarak bilinen Yılmaz Asöcal’ı fidye amaçlı kaçırma eylemi yapmayı planlayan grup üyesi olarak tutuklanıyor.

İddiaya göre, Baha Targün, Türküola müzik şirketinin sahibi de olan Yılmaz Asöcal’ın bürosuna silahlı bir şekilde giderek, o dönemin en popüler türkücülerinden olan Âşık Mahzunî adına para talep ediyor. Belli ki, bu “operasyon” her iki ülkenin güvenlik güçlerinin de bilgisi dahilinde (belki de ortaklığı ile) düzenlenmişti. Hatırladığım kadarıyla, eldeki tek kanıt, Asöcal’ın ifadesiydi. 

Bu olayla ilgili, ilginç olan diğer nokta ise, Âşık Mahzunî’nin hiçbir zaman davaya dahil edilmemesidir. Üstelik, Âşık Mahzunî bu olaydan sonra da yıllarca Yılmaz Asöcal’ın firmasına kasetler/albümler yaptı.

Fidye/şantaj iddiası ile bir süre hapis yatan Baha Targün için, o dönemde Türkiye’de yayınlanan Halkın Sesi gazetesinde de “Baha Targün’e Özgürlük” başlığı ile kampanyalar düzenlendi.

1978 yılında tanıştığımda, Baha Targün hayatın akla gelebilecek her türlü “çemberinden” geçmiş, çok okuyan, ortalamanın çok üzerinde donanımlı bir Marksist ve aydındı.

Yanlış hatırlamıyorsam, 1978 yılının son aylarında Türkiye’ye, İstanbul’a, Aydınlık gazetesinin merkezinde dış haberler müdürü olarak çalışmaya gitmişti. Orada ne kadar süre çalıştığını hatırlamıyorum, ancak bir süre sonra kendisine başka bir hayat kurmaya karar vermiş olmalı ki, 1979 yılının bahar aylarında gazeteden ayrıldığını duydum.

Uzun yıllar sonra, 90’lı yılların sonunda tamamen tesadüfen varlığından haberdar olup görüşsem de, kendi geçmişini silmeye kararlı ciddi bir tepki gösterdiğine tanık oldum. O nedenle de sağlıklı bir bağlantı kurma şansımız olmadı.

SOLUMUZUN EYLEM VE İNSAN TARİHİ

– Açık söylemeli: Türkçe tarih yazımında ve Türkiye dışındaki bu tür isyancıların yaşamına yönelik bilgiler eğer sistemin dışında bir niteliğe sahipse tümüyle kaybediliyor. 12 Eylül 1980 sonrasında da binlerce, hatta on binlerce siyasi mülteci başta Federal Almanya olmak üzere Batı Avrupa’ya kaçtı, ancak bunların da kişisel veya siyasal tarihlerinin adeta silindiğine, en azından kaybedildiğine tanık olduk. (Çocukları bile o silinme/kazınma eyleminde pay sahibi: Türkiye’nin bir anomali olduğu düşünülüyor ve bu, solculuk olarak lanse ediliyor.) Böyle bir boşluktan, böyle bir eksikli süreçten nasıl bir tarih yazımı çıkabilir ki? Yorumlarınız ve ne yapılmalı konusundaki önerileriniz… 

ALİ RIZA ÖZKAN – Bu çok olumsuz yoruma katılmıyorum. Hem Avrupa’da ve hem de Türkiye’de sol kendi tarihi ile ilgili pek çok çalışma yapıyor. Buna bireysel tarihler de dahil. Farklı sosyalist akımlardan kişisel tarih içeren en az 10 kitabı bir çırpıda sayabilirim.

Ancak, bunların yeterli olmadığı kanaati üzerine başka bir yorum yapabilirim ki, o da şudur: Dürüst olursak, Türkiye’nin sosyalist hareketleri ne büyük kitlesel eylemler yaratabildiler ve ne de ortaya çıkan büyük kitlesel hareketlerin önderliğini üstlenebildiler. 

90’ların başındaki Zonguldak kömür işçilerinin eylemlerini sosyalistler sadece seyrettiler dersek, abartmış olmayız. Soma kömür madenindeki göçük felaketinde dahi, sosyalistler işçilere dışardan slogan atan, işçileri ajite etmeye çabalayan “karikatür devrimciler” resmi verdiler. 

Dolayısıyla, acı gerçek şudur ki, bazı “sol” isimli örgütlerin şiddeti kahramanlaştıran kimi eylemlerinde yer alan bireyler dışında, sosyalistlerin elinde örneklem özelliği olan bir “tarih” yoktur. 

Yani, Osmanlı Mecelle’sinde dahi genelgeçer bir kaide olan “sui misal emsal olmaz” sözünü destur alarak diyebiliriz ki, sosyalist örgütlerin toplumsal eylemlerde ve emek mücadelesinde deneyimleri sınırlı olduğu için, ortaya çıkan “tarih çalışmaları” da aynı oranda sınırlı kalmaktadır. Ortada “emsal” olmadığını kabul etmek zor, ama ne yazık ki, gerçek budur.

– Peki, bu Baha Targün tipi eylemciler artık tümüyle tarih mi oldu? Bugün, büyüyen Almanya’da 3,2 milyondan fazla Türkiye kökenli ve Türkiye ile bir biçimde “iltisaklı” insan yaşıyor. Bunlar Türkçe de biliyorlar. Ancak yeni ve sosyalist bir eylemci tipinin sahneye çıktığını söyleyemiyoruz. Yok. Hele Almanya’da hiç yok. Emek ve sosyalizm dışı, etnik, dinsel, mezhepsel, hatta cinsel, “kültürel renk” çerçevesindeki özgürlük taleplerinin muhalefet ve hatta solculuk olarak pazarlandığını gözlüyoruz. Sınıf ve sosyalizm, tarihe karışmış  “arkaik” kavram sanki… Siz, savaşın yaşandığı (Yugoslavya’nın çökertilmesi, bugünlerde de Ukrayna) ve ekonomik krizin derinleştiği Almanya Avrupası’nda son gelişmeleri, bu tip insanların sahneye çıkıp çıkmayacağı ile ilgili olarak, nasıl değerlendiriyorsunuz? Farklı Baha Targünler sahneye çıkar mı? Neler olabilir?…

ALİ RIZA ÖZKAN – Baha Targün’ü Türk işçilerinin lideri olarak ortaya çıkaran koşullar, Alman sermayesinin yabancı işçilere köle muamelesi yapması ve Türk işçilerinin de bu köleler arasında en alt kademede yer almaya zorlanması idi.

Unutmayalım ki, o yıllarda Türkler önceleri bir ilden diğerine ancak “Yabancılar Polisi”nden izin alarak gidebiliyordu. Taşınma yasağı vardı. Sonra bu yasak, önce aynı eyalet içerisinde tüm illere ve sonra, 70’li yılların ikinci yarısında tüm Almanya’da dolaşım serbestliğine dönüştü. 

İlk gelen işçiler yurtlarda tutuluyordu. “Eve çıkmak” yasaktı. İlk önce sadece evliler eve çıkabiliyordu ve ancak kendilerine gösterilen evlerde kalabiliyorlardı. Kiralık ev seçme özgürlüğü dahi yoktu. 

Şimdi, herkes farklı romantik hikâyeler uydursa da, büyük şehirlerde Türk gettolarının oluşması da tamamen Alman devletinin zorlaması ve iradesi ile gerçekleşmişti. Örneğin, Batı Berlin’de önceleri sadece Kreuzberg’de yaşamaya izin veriliyordu. Çünkü, Doğu Berlin ile uzunca sınır duvarı olan bu ilçe terk edilmişti. Hamburg’ta Altona, Köln’de Deutz ilçelerinin “Türk gettosu”na dönüşmesi Alman devletinin Türkleri oralarda yaşamaya zorlaması sonucu ortaya çıkmıştır.

Şunu da eklemek gerekir ki, İspanya ve İtalya gibi AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyesi ülke vatandaşları bu kısıtlamalardan muaftı. Aynı şekilde, Yunanistan ve Yugoslavya vatandaşları için de tedricen kaldırılan bu kısıtlamadan Türkiye vatandaşlarının kurtulması epey zaman alacaktı. 

Alman sermayesinin, kanaatimce, en kârlı olduğu alan ise, çalışanlar arasında ücret ayrımcılığı yapmasıydı. Almanlar sonra İtalyanlar, sonra İspanyollar, sonra Yugoslavlar, sonra Yunanlılar kademeli düşen saat ücretleri ile çalışıyorlar ve en düşük ücreti alan Türkler ise, en alt ücret grubunda yer alıyordu.

60 ve 70’li yılların Avrupa’sının “Kunta-Kinte”leri Türklerdi, dersek, bence hiç abartmış olmayız.

Yabancı işçilerin eşit ücret alması mücadelesi 70’li yılların Almanya’sında sendikal çalışmaların en önemli konularından birisi olmuştur. 

GREV BAŞARISIZ OLMADI

Bugün, Almanya’da yaşayan pek çok insana hayal gibi gelen bu durum, 50 yıl öncesinin Almanya’sının en yalın gerçeğidir. İşte, Baha Targün esasen 19’uncu yüzyıla ait bu insanlık dışı muameleye öfkelenen ve eşitlik isteyen işçilerin sesi oldu, lideri oldu. 

Ford Grevi bence bir yenilgi değildir. Çünkü, Almanya devleti ve sermayesi bu grevden ders çıkarmasını bilmiştir. 

Hızla, hem ücretlerde milletler eşitsizliğini giderecek önlemler alınmış, taşınma yasağını gevşetilmiş, evli yabancıların ev seçmesini kolaylaştırılmış ve oturma ve çalışma izinleri tüm Almanya’da geçerli olacak şekilde yeni düzenlemeler tedricen yapılmıştır. 

Yabancı işçilerin hayatlarını kolaylaştıran bu düzenlemelerin 1973 Ford Grevi ile, bence doğrudan ilişkisi vardır.

Bugün ise, sol emekten, işçi sınıfından kopmuş, Amerikan sosyologları tarafından türetilen “alt toplum grupları” diye saçma bir kavramın esiri olmuş durumdadır. 

“Nerede bir ezilen varsa”, sol orada olmayı veya dayanışmayı kendi varlığının zorunlu davranışı haline getirmiş ama, asıl amacının Karl Marks’ın önermeleri bağlamında “biricik üretici güç” olan işçi sınıfının tüm insanlığı kurtaracak olan iktidarı için mücadele etmek olduğunu unutmuş durumdadır. 

Daha da ileri giderek, iddia edebilirim ki, bugünkü sol “ezilen” kavramını doğru tanımlamaktan dahi acizdir. Küreselci emperyalist ideolojinin belirlediği sözde “ezilen” grupların tutsağı bir sol vardır, ne yazık ki!

İktidar için mücadele etmeyi yadsıyan, görmezden gelen veya yok sayan bir sosyalist örgütlenmenin sınıf dışına çıkması hatta “etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel” vb toplum gruplarının sözcüsü olmayı tercih ederek sınıf karşıtı pozisyonlara savrulması da, bence doğal sonuç olarak kabul edilmelidir. 

OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT