Bir canda üç nefes: Taies Farzan

Bir canda üç nefes: Taies Farzan
Yayınlama: 08.08.2023
Düzenleme: 08.08.2023 23:01
242
A+
A-

Taies Farzan, Berlin’in hatırı sayılır oyuncuları arasındadır. Hem sinema, hem tiyatro oyunculuğu, sanat yaşamında onu çok özgün ve bir o kadar da kelimenin gerçek anlamında nevi şahsına münhasır denebilecek bir aşamaya getirmiştir.

Ayrıca Fars kökenli olup Türkçeyi  ana dili düzeyinde kullanabilmesinin üzerine bir de Alman vatandaşlığı, Alman dili ve kültürü eklenince karşınızda tüm zenginliği, çeşitliliği ve olağanüstü birikimi içinde bir dünya vatandaşı buluveriyorsunuz. Taies’ı Taies yapanın, Farsi, Türki ve Germani genlerin bir canda inanılmaz bir uyumla, belki de yaratıcı bir kaosla bütünleşmiş bir nefese dönüşmek demek olduğunun farkına varıyorsunuz.

Bu söyleşi, yaz başlangıcında Berlin / Kreuzberg’de gerçekleşti. Sorularımızı tüm güzelliği, içtenliği ve doğallığıyla yanıtlayan Taies ile neredeyse bir nehir söyleşi gerçekleştirmiş olsak da, konuştuklarımızdan cımbızladıklarımızı okuyabileceksiniz ne yazık ki. Taies, İranlı olup, 90’li yılların başında Türkiye üzerinden Almanya’ya iltica etmeyi seçmiş bir ailenin kızı.

Handan: Sevgili Taies, İran kökenlisin, Alman vatandaşısın ve seni sürekli olarak Türkler arasında görüyoruz, nedir bunun sırrı? Şu anda Türkiye ile ne tür bir ilişki içindesin?

Taies: Türkiye’yi inanılmaz derecede seviyorum. Türkçe, neredeyse anadilim gibi oldu. Ne kadar çok kızsam da, hala seviyorum Türkiye’yi. Fakat on sene orada yaşadıktan sonra ciddi hayal kırıklığına uğrattı beni… Bunu da bu arada dile getirmiş olayım.

Handan: Hangi yıllarda bulunmuştun Türkiye’de?

Taies: 1984-1990 ve 2010- 2020 yılları arasında…

Yalçın: En civcivli zamanlar…

Handan: Bence söyleşimize seni sen yapan oyunculuğunla başlayalım istersen…

Taies: Oyunculuğa Almanya’da başladım. Her anaokulu çocuğu gibi ”Kırmızı Başlıklı Kız’’ ile ilk adımımı attım sahneye. 91 senesiydi, annem ve babam Almanya’ya gelmiş ve iltica başvurusu yapmışlardı. Bize dediler ki, sanatçılar derneğine gidip bir onay alırsanız, iltica başvurunuz daha kolay kabul edilir… Beni daha önceden birinin yanına verip göndermişlerdi Almanya’ya.  Annem ve babam sonradan geldiler. Her neyse, babam ile birlikte söz konusu sanatçılar derneğini ararken yolumuz Köln’deki Schauspielhaus Tiyatrosu’na  düştü. Bende Almanca filan yok, İngilizce konuşuyorum. Bizi son derece yakın ve güler yüzlü karşıladılar. ”Oyuncu olmaya mı geldiniz?’’ diye sordular. ”Ne münasebet?’’ dedim. Oyunculuk, asla ve kata aklımın ucundan bile geçmiyor, sanatçılar derneğini arıyoruz dedim; pek yardımcı olamadılar, ama “Burada Arkadaş Theater diye bir ekip var, onlara gidin, hem Türkçe de biliyorlar. Size bu dernek konusunda daha çok yardımcı olabilirler’’ dediler.

Babamla birlikte gittik. Oranın müdürü Necati Şahin, bizi kabul etti, içeri girdiğimizde masada bir Hürriyet gazetesi duruyordu. Gazetede benim de Türkiye’de görev aldığım halk oyunları grubunun haberi vardı. Dedim ki, ”Ben buraya gelmeden önce bu ekipte oynuyordum.’’ Habere göre ekip, Berlin’e turneye gelmişti. ”Almanya’ya gelmeseydim şimdi ben de onların arasında olacaktım’’ diye de ekledim. Necati Bey, “Ne tesadüf, biz de Yunus Diye Göründüm adlı bir oyun çalışıyoruz, katılmak istemez misin?” dedi. Bana üzerinde prova zamanlarının yer aldığı bir kağıt uzattı, ”İstersen, gel bir göz at!’’ dedi… Ben tam hayır diyecekken, babam ”Tabii gelir“ dedi. Bu durumda babama olan saygımdan karşı koyamayıp ”Gelirim’’dedim haliyle.

Başladık. Nur içinde yatsın Faysal İlhan semahları ve koreografileri yapıyordu. Ben de dans diplomamın olması ve yılların birikimi ile hemen ekibe uyum sağlayıp oyunculara yardımcı olmaya bile başladım. Bir süre sonra Ankara’dan Prof. Dr. Nurhan Karadağ oyunun rejisini yapmak üzere geldi. Okuma provasında ben masanın öbür ucunda oturuyorum, tamamıyla olayın dışındayım. Hoca ”İkinci Kadın’ı oku bakalım!’’ dedi, hiç üstüme alınmadım. Bana bakarak ”Zeynep kadın sana söylüyorum“ dedi. ”Hocam ben oyuncu değilim ’’ dedim. Bunun üzerine Nurhan Hoca,  ”Okumayı da mı bilmiyorsun be kadın!’’ dedi. Okudum ve rolü bana verdi. Oyunda arya söyledim. Çilehanede solo dansım vardı. İlk oyun Schauspielhaus Düsseldorf’da 700 kişilik bir seyirciyle sahnelendi. Neyse birkaç kez oynadık oyunu ve son gösteriden sonra ben artık gideyim dedim. Hala ailemle mülteci gemisindeydik ve bir belirsizlik içindeydik. Necati Şahin, çok şaşırdı bana: ”Nereye gidiyorsun kızım?’’ dedi, ”Nurhan Hoca üç sene sonra Yezida’sını bulmuş, sen nereye gidiyorsun?’’dedi. Meğerse Nurhan Hoca yıllardır Yezida’yı arar dururmuş, çevresindeki genç oyuncular da hep Yezida olarak onun gözüne girmeye uğraşırlarmış…

Ben, Yezida kimdir, nedir, yenir mi içilir mi diye şaşkın şaşkın bakınırken, Murathan Mungan’ın ”Mahmud ile Yezida’’ sının dünya prömiyeri yapacağını  ve Hocanın da yıllardır bir Yezida arayışı içinde olduğunu ve beni görünce çevresindekilere ”İşte Yezida budur!’’ dediğini öğreniyorum. Müziklerini Hasan Yükselir yaptı. Gerçekten çok değerli, çok özel insanlarla çalıştım oyuna hazırlanırken… Bana özel dersler aldırdı, çok ilgilendi benimle… Bu arada Necati Bey de beni ekibe kadrolu almak için beni  İş ve İşçi Bulma Kurumu’na götürdü,  ”Daha bu kız 18’ini bile doldurmamış! Nereye alıyorsunuz?’’ dediler…

Handan: Güzel ve hızlı bir başlangıç olmuş. Yolda gelirken biz de Yalçın’la neler soralım diye konuşurken aklımıza geldi. Unutmadan o soruyu da hemen soralım sana. Bizde ”İran olur muyuz?’’  diye bir fobi var; bir İranlı Türk-Alman vatandaşı olarak sen ne dersin bu konuda?

Taies: İran ile Türkiye arasında çok büyük bir fark var. İran’a bu rejim geldiğinde, İranlıların çoğu kapalı, namazında niyazında veya o eğilimde olduğunu zanneden insanlar değildi asla. Ama Türkiye’de bu yönde çok büyük bir temel var. İnsanlar, bilerek, isteyerek, severek yapıyorlar dini bir çok şeyi. Yani inançlı ve dindar olanların sayısı çok fazla. Bu arada buna çok saygım var, menfaat için değil de gönülden inanan herkese, hangi dinden ve inançtan olursa olsun saygım sonsuz. Ama ne zaman ki bu inancı araç gereç haline dönüştürüyorlar, işte o zaman saygım bitiyor. İran’da insanlar inandıkları için kapanmadılar, mecbur bırakıldıkları için kapandılar. Şimdi İran’da durum buydu. Şu anda özgür olsalar, tüm ülkede kapalı, dininde, namazında, niyazında yaşamak isteyenlerin sayısı iki milyonu bile geçmez. Türkiye’de inanan, gerçekten inançlı olan, yönetimin böyle olmasını isteyen çok sayıda insan var. Dolayısıyla Türkiye’nin İran’a dönmesi diye bir şey yok; şu an ülke, İran’dan çok daha tutucu bir aşamada. İran’a dönmekten daha ileri bir aşamada… 

Yalçın: Müthiş! Çok daha berbat bir noktadayız mı, diyorsun?

Taies: Evet. İnanmayarak bir şeyler yapanlarla,  gerçekten inanarak yapanlar arasındaki fark söz konusu… Bana şu anda çarşaf giydiremezler ama türban takan birine, haydi şimdi sıra çarşafta dendiğinde pek de yadırgamayacaktır bunu. Türkiye de bence bu aşamada.

Bir zamanlar baskılanmayıp özgür bırakılsalardı bu kadar kutuplaşma olmayacaktı belki. İnsanların özgürlüklerine saygı duymak gerekiyor. Bu tahterevalli gibi bir şey, insanlar kötüye kullanmamak şartıyla özgürlüklerini kullanabilmelidir.

Yalçın: Arkadaş Tiyatrosu çıkarmasından sonra neler yaptın?

Taies: Sonra Oberhausen’da bir müzikalde oynadım, adı ”Heisst du wirklich Hasan Schmidt?’’/Adın Gerçekten Hasan Schmidt mi? idi.  Sahnede iki şarkı söylüyordum, rock grubu eşliğinde. Çok beğenilen bir müzikaldi. Oyun sonunda yarım saate yakın alkış alıyorduk. Nur içinde yatsın, babam gelip izlemişti. ”Sahnede resmen film çekmiş be adam!’’ demişti oyunun yönetmeni Peter hakkında. Peter bizim bir çocuk oyunumuza gelmişti. Oyun çıkışında beni ”Hallo Şirin!’’ diyerek karşılamıştı… Müzikal’deki Şirin rolü için gelmişti. O oyundaki partnerim o yıl  ”Yılın Oyuncusu’’ seçilmiş İsviçreli bir oyuncuydu. Tüm ekip eğitimli, okul bitirmiş kişilerden oluşuyordu. İçlerinden bir tek ben ”köyden indim şehire’’ modunda alaylıydım. Ama dile kolay, yine de yedi oyunda birden oynuyordum. Bir gün Oberhausen Tiyatrosu’nun genel sanat yönetmeni Herr Weiss, ”Taies, senin sahnede duruşunu çok beğeniyoruz, seni kadromuza katmak istiyoruz’’ demişti. Ben de Arkadaş Tiyatrosu’nda yedi oyunda oynadığımı ve onları yüzüstü bırakamayacağımı söyledim. Adam yüzüme bakakaldı.

Handan: Gençliğin saflığı mı? Yoksa cahillik böyle bir şey mi acaba?

Taies: Git geber, o zaman! Doğru, cehalet tam da böyle bir şey işte! Çocuk oyunları, büyük oyunları, kabare vs… Bırakamam dedim. Ama onlar seni işine geldikleri yerde anında bırakabiliyorlardı!

Her neyse altı sene alaylı olarak bana verilen her rolleri oynadıktan ve yıllarca okuduktan sonra dedim ki kendi kendime: Bu işin teorisini, tekniğini bilmeden içinden geldiği, gönlünden geçtiği gibi oynamak bin defa daha etkili imiş. Çok gerçek imiş oynadıklarımız, yönetmenler de o nedenle beğeniyor, bizimle çalışmak istiyorlardı herhalde. Nur içinde yatsın Nurhan Hoca sayesinde tüm teknikleri öğrendim. Bir de şimdi Devlet Tiyatroları’nda çalışan Dilek Hocam vardı (Dilek Güven); çok büyük katkıları, emekleri vardır bende…

Handan: Öte yandan bir de mutlaka değinmemiz gereken sinema oyunculuğun da var tabii…

Yalçın: Sahi, sinema oyunculuğuna geçişin nasıl gerçekleşti?

Taies: Berlin’e gelip kendi film şirketimi kurdum. Amacım ilk deneysel filmimi çekip yapımcılık alanına doğru bir geçiş yapmaktı. Ama 11 Eylül olayları bitirdi sağ olsun. Amerika’aydım o sırada; bir ofisim de vardı. Ama Miramax, yaptığımız sözleşmeyi feshetti. Haliyle iflas ettim. Borç harç içinde yüzmeye başladım. Bunun üzerine 2004 yılından itibaren ”Gelsin bakalım kameralar!’’ deyip oyunculuğa başladım.

Handan: Hedefin neydi? Kurdun şirketi, ne yapacaktın?

Taies: Almanya o zamanlar şimdiki gibi değildi. Ben deneysel filmimi yüzde yetmişi Alman olmayan bir ekiple yapmıştım. Hem de Almanların çok saygı duyduğu Hollywood’lu bir ekiple.  Daha sonraki projelerimizin önünü açmak için bir yöntem denemesi idi bu. O zamanlarda en nefret ettiğim şey gettolaştırılmış bir ortamda yaşıyorduk.  Bıkmıştık artık temizlikçi ve terörist rolü oynamaktan. Şimdilerde çok şey değişti. Artık hem oyuncularımız, hem yönetmenlerimiz çoğaldı. Artık İranlı, Arap, Türk doktor ve avukatlar görebiliyoruz Alman filmlerinde. Benim amaçlarımdan biri de buydu. Yoksa para kazanmak gibi bir derdim yoktu. Zaten ben fazla sosyalist bir gelenekten geliyorum. Ailem hiç de öyle değildi ama…

Sonunda birkaç filmde rol aldım. Yılmaz Aslan ile iki çalışmam oldu: Brudermord /Kardeş Katili ve Sandstern /Kum Yıldızı ve diye. Çok keyifli işlerdi. Kardeş Katili’nde film boyunca Kürtçe konuşuyordum. Hatta film bittiğinde gelip bana Kürtçe soru soranlar oluyor, konuşamadığımı gördüklerinde şaşkınlık içinde kalıyorlardı.

Handan: Türkiye’de bu arada dizi deneyimlerin olduğunu da biliyoruz.

Yalçın: O dönemde bir dizi patlaması olmuştu Türkiye’de, sen o boşluğu keşfedip de mi kalkıp Türkiye’ye gitmeye karar verdin?

Taies: Hiçbir şey keşfettiğim yoktu. Arada bir, bazen de sık sık rakı içmeye,  eğlenmeye gittiğim oluyordu Türkiye’ye. Sonra 2007 de bir dizi deneyimim oldu: Kader dizisinde. Bizim Özay Fecht ile İstanbul’da buluştuk, ANS’ye gidiyorum dedi bana, sen de gel. Birlikte gittik. Ben, ANS’nin ne olduğunu bile bilmiyorum. Ben dedi kast bölümü ile görüşeceğim. Beni gördüler, yanımda showreel vardı, Almanya’da lazım olur diye yeni yaptırmıştım; onu gösterdim, çok beğendiler. Aradan biraz zaman geçti; ben bir dans tiyatrosu ile Kenya’da turnedeydim, aradılar, ”Hemen İstanbul’a gelin!’’ dediler, ”Özcan Deniz’in bir dizisinde oynayacaksınız.’’Yok olamam desem de zamanı vs ayarladılar ve ben o dizide rol aldım. Birce Akalay’ın ilk işiydi. Benim için kötü bir deneyimdi, tüm kadro ”Suya yazı yazıyoruz’’  diye bir şey söylüyordu. Ben burada oyunculuğu çok ciddiye alarak yapıyordum, orada öyle olmasına çok üzülmüştüm. Sonra Berlin’e döndüm tekrar.

Tam da bu arada Berlin Hür Üniversitesi’nde Sinema ve İletişim Bölümü’nde okumaya başlamıştım ki bir film teklifi daha geldi Türkiye’den. ”Gölgesizler“. Sonra bir film teklifi daha: İçimdeki Sessiz Nehir. Sonra buradaHitler’s Grave diye bir film, sonra Columbia Üniversitesi’nde sempozyum çalışmam vs derken bir gün menajerim dedi ki:“”Senden bir tv programı yapman isteniyor.’’ Gittim, haftanın beş günü ”Hipokrat’’ diye bir programı hazırlayıp sunuyordum. Ama elime beş kuruş bile geçmedi, paramı ödemedi yapımcı hanımefendi. Bu programı yapmamdaki en büyük motivasyon, Cuma günlerini engellilere ayırmış olmamızdı. O beni epey motive etti. Zaten eşim Hakan ile de, müzik terapistidir kendisi, o program sırasında tanıştık.

Handan: Tv 8’de hayat arkadaşınla tanıştın yani…

Taies: Evet. Türkiye’de kalışımın asıl nedeni de buydu zaten.

Yalçın: En büyük ortaklaşa  eseriniz olan oğlunuzun oluşum fikirlerinin içtiğiniz suya karışma dönemi de o zamana mı rastlar?

Taies: Evet, oğlumuz ondan on sene sonra doğdu.

Yalçın: Peki bir de senin karnın burnundayken gelip Berlin’e tek kişilik bir oyun oynama serüvenin vardı değil mi?

Taies: Var. Oyun, yolda yürüyen bir kadının tecavüze uğrayıp, tecavüzcüsünü öldürdükten sonra yakalanışı ve idama mahkum edilişini ele alıyor.  Gelgelelim kadın hamile kalmıştır ve yasalar uyarınca, doğum gerçekleşene dek idamı infaz edilemiyor. Öyle bir kanun var tüm dünyada. Oyun, o esnada kadının kendisi ve çevresindekiler ile hesaplaşmasını işleyen bir oyun. İşin garibi, kadın evli, çocuğun kocasından mı yoksa tecavüzcüsünden mi olduğu, üstelik kız mı, yoksa erkek mi olacağı da belli değil. Çok dramatik, çok ilginç, çok acayip etkileyici bir oyundu kısacası.

Handan: Zor bir dönem ve zor bir konu, psikolojik olarak etkilenmediniz mi?

Taies: Yok, etkilenmedim. Psikoloğa da gidiyordum ve onun da onayıyla oynadım oyunu. Çok rahat ve mutlu bir hamilelik dönemim oldu. Görenler, yahu bizimle dalga mı geçiyorsun diyordu bana, bu nasıl hamilelik böyle diye.

Yalçın: Oyunun ismini de söyleyiver bari.

Taies: Doğumdan Sonra Ölümden Önce – Bir kadın hikayesi. Pandemi belası olmasaydı, bugün o oyunla hala turnelerim olacaktı.

Handan: Sağlık olsun. Bu konunun duayeni olarak sana hep sormak istediğim şuydu: Sinema ve tiyatro oyunculuğu arasında nasıl bir fark var sence?

Taies: Tiyatro oyunculuğu temeldir, fakat kamera her şeyi çok daha büyük gördüğü için oyunculuğun dozunu kamera karşısında ayarlamak her zaman kolay olmayabiliyor. Özellikle klasik tiyatro oyunculuğuna alışkın olan bir tiyatro oyuncusu için. Yani bunu ben çok acı bir biçimde deneyimledim. Ne yazık ki bunu pek kimse öğretmiyor. Gerçi son yıllarda artık birçok yerde camera acting eğitimi veren okullar var ama benim zamanımda yoktu, yada bu kadar yaygın değildi. Eski Yunan’dan günümüze dek süregelen bir tiyatro oyunculuğu geleneği var. O kamerayı gerçekten hissetmek, ben buna kamerayla sevişmek diyorum. O kadar önemli ki o paslaşma. Ben o nedenle hep sorarım, kadraj nedir, ne çekiyorsunuz diye… Hakikaten kameranın durumuna göre oyunculuğun dozajını ayarlamakta yatıyor, bu işin gizemi. 

Kaç senesiydi hatırlamıyorum, Ben Affleck Türkiye’ye gelmişti Operation Argo filmini çekmek için. O filmde benim de minik bir rolüm vardı. Benden üç farklı oyunculuk istedi. Dedi ki, bunu İranlı bir oyuncu gibi oynamanı istiyorum. Nedir bu? Yani daha dramatik, daha büyük, daha dışa dönük. Sonra Amerikan oyna dedi. Daha bariz, hem var hem yok arası. Mimikleri anlamaz, farkına bile varmazsın. Bir de Avrupai oyna dedi. Avrupa, inanılmaz statiktir, çok durağandır. Burada sahnede yalnızca durup sözünü söylemen beklenir. Bizde, doğulularda ise hep öne doğru, daha büyük şeyler, daha büyük duygular… Avrupa’da daha çok içe doğrudur. Amerika bu iki anlayışın ortak noktası gibidir. Tatlımtrak yanları vardır. Bunu en çok Merly Streep’de severim. Ancak son yıllarda İran sinemasındaki alışılagelen abartılı oyunculukları görmüyoruz artık.

Yalçın: Neredeyse tüm dünya sinemalarını koklamış, deneyimlemiş, dirsek temasında olmuş bir oyuncu olarak, bugüne değin seni en çok etkileyen proje hangisi olu?

Taies: Valla ben Kahire’de oynadığım London Class dizisinde inanılmaz heyecan duydum. Nedeni harika bir yönetmen ve harika bir yapımcı ile çalışıyor olmamdı. Bir de hem tanıdığım, hem de bana çok uzak bir karakteri canlandırıyordum. Yönetmen çok açık biriydi ve sürekli düşüncelerimi öğrenmek istiyordu. Bir oyuncu olarak rahatlıkla en değer gördüğüm, en çok fikrimin sorulduğu bir çalışma oldu diyebilirim. Hatta bir oyuncu olarak yanıma asistan bile vermişlerdi. Benden çokça yaşlı bir ablaydı, bana kostümümü, papuçlarımı giydirmeye filan çalışırdı… (gülüyor) zorla engel oldum; utanıyorum dedim. Ama bu işi yapmazsam işime son verirler deyince bir anlaşma yaptık: Başkası varken bana asistanlık yapacaktı, bizbize olduğumuzda ise arkadaştık. 27 bölüm çektim, olağanüstü keyifli bir çalışmaydı.

Handan: Çocuğunun olmasını sanatçılığını nasıl etkiledi?

Taies: Çok sıkıntılı bir sekiz ay geçirdik. Sürekli git geller, ayrılıklar… Ben orada çekim yaparken oğlum kırk derece ateşle Berlin’de yatıyordu. Bu konuda çok şanslıyım, çünkü yanımda muhteşem bir eşim var. Ama ben zaten başından beri bir hedef koymuştum kendime; kesinlikle çocuğumdan dolayı taviz vermeyeceğim diye. Çünkü çocuklar doğal olarak büyürler ve giderler, geriye ben kalırım. Sonra çocuğa ah ah senin yüzünden diye hayıflanmanın gereği yok. Fedakarlığın öbür yüzü öfkedir. Ben onu ne yaşamak ne de yaşatmak istemedim.

Yalcin: Peki Taies, İran’ından Amerika’sına, Kenya’sından Mısır’ına, Türkiye’sinden Almanya’sına hepsini tek tek sayamayacağımız dünyanın bir çok ülkesine gittin ve yaşadın. Dönüp dolaşıp geldiğin kürkçü dükkanı neden yine Berlin oldu diye sorsak?

Taies: Berlin’e oğlum için geldim aslında, burada doğdu. Almanya okul öncesi yani sıfır altı yaş gurubu için en uygun ülkelerden biri olarak biliniyor. Bu yaş dönemi çok önemlidir insan hayatında. O dönemi iyi yaşamasını istedik. Türkiye’de para kazana biliyorsan  eğer çok iyi  yaşanabilecek bir ülke, kolejleri, özel okulları, Boğaziçileri vs olan…

2010’da Türkiye’ye gittim ve 2020’de Berlin’e döndüm. Bıraktığım Berlin’i çok değişmiş buldum. Artık yeni oyunlar, yeni roller, yeni projeler düşünüyoruz.

Yalçın: Bugün burada kayda geçsin diye söylüyorum, sana Şaman Gülü adlı oyunumu göndereceğim. Seveceğini düşündüğüm bir kadın oyunu, bir canda bir çok nefesi  ve çok değişken sesleri ve renkleri barındıran biri olarak seveceğini ve sana yakışacağını düşünüyorum.

Taies: Tamam, hemen okumak isterim.

Handan: Bak, Yalçın’ın şamani yanını asla küçümsememeni baştan öğütleyeyim sana… ben yakın tanığıyım.

Taies: Çok sevinirim. Bekliyorum o zaman Şaman Gülü’nü.

Handan: Harika bir insansın, seni yakından tanıdığıma çok sevindim. Böyle güzel bir söyleşi için de sana çok teşekkür ediyoruz Taies.

Yalçın: Ben de çok teşekkür ediyorum. Hakan ve Arten’e de özel olarak bizden ve Tiyatro Gazetesi’nden çok selam. 

Not:

Bu söyleşinin yapıldığı yer Kreuzberg’de, Taies Farzan’ın eşi ve oğluyla birlikte oturduğu mahallede küçük bir cafe bardı.  Söyleşi fotoğraflarını da o cafenin sahibi sevgili Yasemin Yıldız çekti. Şu sıralarda Berlin’e göçmen sanatçı akımı tüm hızıyla sürüyor. Bu köşede fırsat buldukça KOMEDYENLER KAHVESİ olarak onların sesi olmaya da çalışacağız. 

Ayrıca bu söyleşi, Berlin muhabirimiz sevgili Handan Yıldız’ın da Tiyatro Gazetesi ailesine katıldığı ilk çalışma olması nedeniyle çok önemli. Handan Yıldız’a tüm içtenliğimizle aramıza hoş geldin ve kolay gelsin diyoruz.

HANDAN YILDIZ / Yalçın Baykul – BERLİN

FOTO: YASEMİN YILDIZ